'Toplumsal dönüşüm için semboller cephaneliğine ihtiyacımız var'

Aydın kimliğiyle tanınan José Ernesto Novaez ile Küba’daki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı (REDH) üzerine röportaj…

Geraldina Colotti*

Şair, yazar, deneme yazarı, Universidad de Las Artes (Güzel Sanatlar Üniversitesi) eski rektörü José Ernesto Novaez, İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) Küba ayağını koordine ediyor. Kendisine Karakas’ta gerçekleştirilen Uluslararası Kitap Fuarı’ndaki (Filven) Küba standında denk geldik; standda çok değerli kültürel sunumların yanı sıra fuarda yürütülen birçok tartışmaya katılan pek çok yazar da bulunuyordu.

Fuarın 2022’deki sloganı “okumak sömürge olmaktan kurtarır” idi. Tam da Küba Devrimi’nin 64 yıllık varlığı boyunca özgürleşme kararlılığına sahip tüm halklar adına oluşturduğu direniş mesajını ve bakış açısını içeren bir tema. Peki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) bu zamana kadar ne gibi katkıları oldu?

REDH aydınları, sanatçıları, solcuları ya da ilericileri sadece somut siyasi projeler etrafında toplanmak üzere değil, aynı zamanda insanlığı bir tür olarak etkileyen büyük davaları savunmak üzere bir araya getirmeyi hedefleyen bir oluşum. Zamanında Rosa Luxemburg’un ortaya koyduğu medeniyet ve barbarlık arasındaki çelişki şu an insanlığın önünde her zamankinden daha belirgin bir sorun olarak duruyor. Bir yandan zenginlik bir avuç azınlığın elinde toplanırken diğer yandan dünya nüfusunun büyümekte olan kitlelerini sefalete sürükleyen, insanlığın hayatta kalma yetisini elinden alacak kadar yaşamı yozlaştıran bir sistemden kurtulmanın kaçınılmaz zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Faşizmin Avrupa kapitalizminin çekirdeğini oluşturan güçlü ülkelere geri döndüğü bir noktadayız. İtalya’da yaşananlar emsal teşkil ediyor. Faşizm dışlama ve teröre dayanan, ayrıcalıklı olanların medeniyetsiz ve değersiz gördükleri kesimler üzerindeki üstünlüğünü meşru kılan politikalarıyla, kapitalizmin sistemin çelişkilerini çözme konusundaki acizliğinin bir ifadesidir. REDH bu büyük tehdide göğüs germe ve küçük de olsa imkanları ölçüsünde Latin Amerika’nın gelişmekte olan birliğine katkıda bulunma göreviyle karşı karşıya; bu bakımdan elverişli bir dönemden geçiyoruz çünkü sol farklı siyasi tonlarıyla bölgenin en büyük ekonomilerini yönetiyor ve Güney Amerika ölçeğinde siyasi üstünlüğe sahip. Görevimiz yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde ihtiyaç duyulan siyaset üzerine yürütülen toplumsal tartışmalara katkıda bulunmak ve kapitalizmin büyük askeri terör örgütü NATO eliyle yarattığı barbarlığa karşı koyabilmenin yegâne yolu olarak hem Amerika kıtasında hem de evrensel ölçekte ortak gündem yaratmaya çalışmak. 

2023 yılında bu gündemin temel uğrakları neler olacak ve hangi konular ele alınacak?

Fernando Buen Abad’dan alıntılayacak olursak, en önemli görevimiz toplumsal dönüşüm için gereken imgesel cephaneliği yaratmak. Bu görev, kapitalizmin kültürel hegemonyasına ve akılların sömürgeleştirilmesine karşı mücadele edebilmek için, hatalarımızı ve zayıflıklarımızı analiz edip düzeltmeyi ve imgesel cephaneliğimizi devrimci ve ilerici güçlerin ortak silahlarına dönüştürmeyi de kapsıyor. Kapitalizme karşı mücadele her şeyden önce onun tahakküm yapılarına karşı verilen pratik bir mücadeledir; fakat aynı zamanda semboller cephesinde de kazanılması gereken bir savaştır. Aksi takdirde geçmişe dönmeye mahkûm oluruz. REDH’in katkısı, eleştirel düşünceyi ve devrimci eleştiriyi militan bir aygıta dönüştürerek bu özgürleşme projesinin köklerini derinleştirmek.

Bazı post modern akımların farklı doğrultuları benimsediği böyle bir dönemde, aklı sömürgecilikten kurtarmanın her şeyden önce maddi bir süreç olduğunun vurgulanması önemli…

Evet, dilin bir kavga alanı olduğunu vurgulamak önemli; ama her şey dilden ibaret değil. Gücü elimize almalıyız, pratik alanda mücadele etmeliyiz ve bunu akıllıca ve eleştirel bir sağduyuyla, her ülkenin tarihsel bağlamını ve özelliklerini göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Frantz Fanon ve “Toprağın Mahkumları” başlıklı denemesi hala güncelliğini koruyor. Fakat sömürgeciliği silahla alaşağı etmek görevimizin sadece bir kısmını oluşturuyor. Asıl zorluk devrimci güçler gerçekten bağımsız, gerçekten sömürgecilikten kurtaracak bir projeyi inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıklarında başlıyor. En çok burada zorlandık çünkü Latin Amerika’nın bağımsızlığının üstünden iki yüz yıl geçmesine karşın, semboller alanında bağımsızlığa, yalnızca ülke hakkında değil ulus hakkında da berrak bir kavrayışa dayanan bir egemenlik projesine her zaman ulaşılamadı. İlerici güçleri etkisi altına alan bir kanserle mücadele etmemiz gerekiyor: bu vizyonu lekeleyen ulusalcılıkla…  Çünkü ulusunu sevmek ve savunmak anlamıyla ulusalcılık, yurt sevgisini diğer ülkelerle olan ilişkisi içinde ele almıyor. Benim yurdum bağımsız, kalkınmış ve onurlu bir Latin Amerika’yla çevrili değilse egemenliğini gerçek anlamda elde etmiş olamaz.

…Donald Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı “Make America Great Again” gibi projeler aracılığıyla aşırı sağ tarafından beslenmiş “Küçük şoven yurtlar”.

Evet, ulus-devlet sekterliği. José Martí eşsiz bir tanım yapar: Vatan insanlıktır. Ülkesini savunurken kendisini savunan insanın ta kendisi; ama bu savunma Venezuela’nın, Küba’nın, Filistin’in, kıtadaki ve uluslararası alandaki tüm haklı davaların savunulmasından geçer; küresel bir sisteme karşı küresel bir savaş vermekten geçer.

Bilinci sömürgecilikten arındırmak aynı zamanda onu ataerkillikten çıkarmak, cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadeleyi kapitalizme ve emperyalizme karşı verilen mücadeleyle kesiştirmek anlamına geliyor. Katılıyor musun?

Kesinlikle. Ontolojik bağlamda ve bağımsızlık sürecinin dışlayıcı olamayacağı gerçeğinden hareketle, kadını ve erkeği toplumsal konumlarının yanı sıra içinde bulundukları toplumun tahakküm yapılarını da temel alarak ölçmek gerekir. Kadını belli bir yere koymak kadının durumunu otomatik olarak dönüştürmez; kadının kenara itilmediği bir topluma ulaşsak bile bazı zihinsel kalıplar mevcutsa sonuç yine aynı yere çıkar. İlerici kesimlerde bile kadınları görmezden gelme eğilimi var. Bazen devrimci konuşmaların yapıldığı ilerici paneller düzenleniyor ama kadınları orada görmüyoruz: kadınlar var olmadığı için değil, kadının rolünü yok sayan ve görünmez kılan dinamikler yaratılıp dayatıldığı için. Erkek egemen kültürün kökünü kazımak zordur; bazı insanları ikinci sınıf gören ayrımcılığı ortaya çıkaran bütün o kusurların kökünü kazımak da öyle maalesef. Çünkü bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak bazı somut ayrıcalıkları, yalnızca semboller alanında değil pratik anlamda da avantajlar yaratan üstünlük statüsünü kaybetmek anlamına geliyor. Erkeklerin egemen olduğu toplumlarda erkeğin iş bulma şansı daha fazladır; çift olarak aynı işte çalışsalar bile toplumsal düzeydeki güç ilişkilerinde erkek daha fazla ağırlığa sahiptir. Ataerkillikten kurtulmamız lazım fakat bunu dogmatik bir şekilde değil, çabalarımızı doğru yerlere kanalize ederek yapmamız lazım. Kadınların daha fazla fırsata sahip olabilmesi ve doğru yerlere en doğru kişilerin gelebilmesi için… 

Peki bu konuda Küba’da durum nasıl?

Devrimden sonra kadınları bilinçlendirmek için ayrıca çaba sarf edilmesi gerekti çünkü o genel yoksulluk halinin ortasında bile erkekler kayırılmaya devam ediyordu; kadınların sahip olmadığı bir dizi olanağa sahiptiler. Çaba harcamak gerekti ama buna değdi. Yasalar ve düzenlemeler bakımından çok büyük kazanımlar elde edildi. Fakat erkek egemen kültürün pek çok somut tezahürünü geride bırakmış olsak da bu kültürün kökünü kazımanın ne kadar zor olduğunu görmüş olduk; kültürel, kurumsal pratiklere sızan bu kültür bu kanallarda bilerek ya da bilmeyerek yeniden üretiliyor. 

Sen çok gençsin ve kapitalist ülkelerdeki feminist mücadele yıllarına denk gelmedin. Akranlarının bu konuyla ilgili bilgi düzeyini nasıl değerlendiriyorsun? Bu alanda bir gerileme olduğunu düşünmüyor musun?

Küba’da toplumun belki bazı kesimlerinde evet bir gerileme oldu. Dünya ölçeğinde yaşanan bu ekonomik kriz döneminde, kapitalist modelin paradigma krizi aynı zamanda bireylerin günlük hayatını etkileyen ahlaki ve siyasi bir krize de neden oluyor. Bu durum, gerçekliğin daha geri bir pencereden algılanmasına giden yolu da yeniden açıyor. Latin Amerika’da ışıltılı bir gelecek vaadiyle tüm insan kitlelerini manevi, sembolik tahakküm ilişkilerine tabi kılan bir dinci gericiliğin yükselişiyle karşı karşıyayız. Bir taraftan, insan toplumunun -özellikle batı dünyasında; çünkü doğu dünyası daha farklı özelliklere sahiptir ve bunları batının bakış açısıyla değerlendirmek bazen son derece risklidir- tarihin başka dönemlerinde ötekileştirilmiş toplumsal grupların hakları konusunda kolektif bir bilince ulaştığını görüyoruz. Diğer taraftan, bu bilinç muhafazakâr görüşlerle çatışmaya girerek bir krizin ortaya çıkmasına yol açıyor; belli başlı bazı kesimler bu kriz karşısında kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve çareyi aşırı sağda, diğerlerini dışlamakta buluyorlar. Bu nedenle de Avrupa ekonomileri gibi göçmenlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu zengin ekonomilerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve farklı olanın dışlanması yükselişte. Bu aynı zamanda memnuniyetsizliği farklı kanallara yönlendirmenin de bir yolu. Rusya’da çarlar toplumsal gerilim tırmandığında katliamlar düzenleyerek Yahudileri katlederlerdi. Ötekini kovalamak, değersizleştirmek ve şeytanlaştırmak bir çeşit tahakküm ve kontrol mekanizmasıdır. Kapitalizmin sağlam çekirdeğini oluşturan ülkelerde birçok kesimin, özellikle orta ve üst sınıfların, toplumsal statülerini ne kadar tehdit altında hissederlerse faşist seçeneklere o kadar bağlandıklarını görüyoruz. Diğer taraftan ister zengin ülkelerde ister güney ülkelerinde olsun, daha az ayrıcalıklı kesimler aşırı tutucu manevi, dini ya da siyasi seçeneklere sığınıyorlar. İşte bu şekilde, Brezilya’da, neyse ki son seçimlerde Lula’ya yenilen fakat hala yüksek seviyeli bir kutuplaşmanın lideri olmaya devam eden Bolsonaro gibi kabul edilemez karakterler peyda oldu. Buna, her seferinde sorunlara yeni anlamlar yükleyen, solun kapitalizmi devrim yoluyla ortadan kaldırması seçeneğini ölçüsüz bir şekilde şeytanlaştıran, sosyalizmin kendi hatalarına dayanarak akılları karıştırmayı hedefleyen karalama kampanyalarıyla sosyalizmin asla bir seçenek olamayacağını, sosyalizmin kulaklardan ibaret olduğunu tekrar eden hegemonik medya araçları katkıda bulunuyor. Bütün kesimleri, toplumu yönetmenin tek yolunun her seferinde daha çok sağa yönelmek olduğuna ve solun öcü olduğuna inandırıyorlar.

1 Ocak’ta Küba devrimin bir yılını daha kutladı ve dünyaya umut olmaya hala devam ediyor. Fakat, Latin Amerika değişime doğru ilerlerken, Avrupa’da – özellikle İtalya’da- toplumsal kesimler yapısal değişiklikler yapmayı ne seçimler ne de silah yoluyla başaramadı. Bunu nasıl açıklıyorsun? Sence çıkış yolu ne?

Sana kişisel fikrimi söyleyeceğim. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı ertesinde Batı Avrupa’da kendi çıkarlarına hizmet edecek bir siyasi, ekonomik ve diplomatik yapı kurdu. Birleşmiş Milletler Örgütü Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün içini boşaltan bir aygıt, çünkü aslında dünya ülkelerinin nasıl oy kullandığının bir önemi yok; önemli olan dünyanın geri kalanının aldığı herhangi bir kararı ya da amacı etkisiz kılacak tek bir büyük ulusun veto gücü. Aynı şey Bretton Woods ve uluslararası para düzeninin inşasında da yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri savaşı kazandığı için büyük bir muzaffer güce dönüşmedi ki; savaşı kazanan Sovyetler Birliği’ydi. Ama büyük bir güce dönüşen ABD oldu çünkü fiilen atıl olan ordusu, tek bir bombanın bile düşmediği güvenli toprakları, yağmur gibi yağan paralar sayesinde güçlenen sanayi kapasitesi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iflas etmiş eski Avrupalı güçler üzerindeki kritik etkisini koruyabilme yetisi sayesinde, yaşanan çelişkilerden her bakımdan faydalanarak çıktı. Büyük sömürge imparatorluklarından hiçbiri İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı krizden sağ çıkmadı. Bu nedenle, savaşın ardından Batı Avrupa kapitalizmini istikrara kavuşturmak için ABD tarafından sağlanan muazzam miktardaki kaynak yardımıyla, İtalya, Yunanistan ya da Fransa gibi bazı önemli ülkelerde yaşanan devrimci eğilimi nasıl bastıracağını, nasıl etkisiz hale getireceğini bilen, orta sınıfların bu doğrultuda tampon görevi üstlendiği bir Batı Avrupa kapitalizmi yaratıldı. Bölgenin içinde bulunduğu açmazın, Avrupa orta sınıfının ve Avrupa proletaryasının uluslararası devrimci davaya ihanetinin bir sonucu olduğunu söyleyebilirim. Sert bir tez olduğunun farkındayım fakat bence Avrupa proletaryası yüksek yaşam standartları karşılığında kalkınmasının maliyetini Üçüncü Dünya ülkelerine yüklemeyi zımnen kabul etti. Marx, kapitalizmi proletaryanın kanını emerek büyüyen vampire benzetir. Avrupa kapitalizmi kendi işçilerinin kanıyla beslendi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kendi gelişiminin maliyetini güneyin az gelişmiş ülkelerine ödetiyor. Avrupa orta sınıfının ve proletaryasının önemli bir kısmı devrimci davaya tamamen ihanet etti ve yüksek maaşlarla sağlanan belli bir yaşam seviyesine razı oldu; bunun sadece kapitalist dünyanın elit merkezindeki ülkelerde, Latin Amerika’nın ve dünyanın diğer bölgelerinin vahşi bir şekilde istikrarsızlaştırılması pahasına mümkün olduğunu unuttular. Bu yaşam seviyesini koruyacak kalıcı sermayeyi ve hammadde akışını garanti altına almak için demokratik yollarla seçilmiş hükümetleri devirip yerine ilerici güçleri vahşice ortadan kaldıran kanlı diktatörlükleri koydular. Ülkelerimizi sanayisizleştirmek için anlaşmalar yaptılar; bizim sanayinin yükünü üstlenmemize gerek yoktu, büyük Avrupa kapitalizmi için muazzam avantajlar sağlayan hammaddeyi sağlamız yeterliydi. Bu şekilde birçok Avrupalı nesil kendinden önceki nesillerden çok daha iyi yaşadılar. Peki tüm bu mekanizma ne zaman krize girmeye başladı? Thatcher ve Reagan’nın neoliberal politikaları -kar paylarını arttırmak için çoğunluğun sosyal giderlerini kısmak isteyen en zengin %1’lik kesimin politikası- Avrupa toplumunun satın alma gücünü ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının yaşam standartlarını kötüleştirmeye başladığında.

Peki Latin Amerika’da?

Latin Amerika’daki durum çok farklıydı. Bağımsızlık savaşlarından sonra kurulan yeni cumhuriyetler farklı ulusal projelere sahipti; organik bir sanayileşme sürecini hayata geçirmekten aciz burjuvazileri, ülkelerini İngiltere ve ABD’nin büyük finans sermayelerine sattılar. Bunlar yarım kalmış demokrasilerdi; devlet başkanları sözde egemen bir ulusun devlet başkanı olabilmek için Washington’dan onay almak üzere ilk resmi ziyaretlerini ABD büyükelçiliğine yapıyordu. Bu bağlamda Küba’da olanlar belirleyici bir öneme sahipti; çünkü büyük finans sermayesinin ülkedeki yaşamsal sinir noktalarının tümüne hükmettiği bir dönemde, hızla radikalleşen ve büyük sermayeyi, özellikle de ABD sermayesini şiddetli bir şekilde devletleştirme aşamasına geçen bir devrim yapıldı. Bunun şiddetli bir süreç olması gerekiyordu çünkü tarihte büyük ABD şirketlerinin iktidarı barış içinde terk ettiği ve çıkarlarından vazgeçtiği herhangi bir örnek bulunmuyor. Büyük sermayeye saygı duruşunda bulunan ürkek bir toplumsal reform projesi, tüm Kübalı devrimcilerin iyi bildiği, bir neslin travması olan Guatemala'daki Jacobo Arbenz'inki gibi dramatik bir sonuca yol açardı. Büyük doğal kaynakları olmayan küçük bir ada için pek tabii çok büyük maliyetleri olan ablukayı bu yüzden hala uygulamaya devam ediyorlar. Abluka ülkenin üretim sistemine darbe vuruyor, yokluklara ve sefalete yol açıyor ama bizi dize getiremedi. İnsanlık tarihinin en büyük ablukası olan bu abluka ABD emperyalizminin henüz 11 milyon nüfusa ulaşmış küçücük bir Karayip adasını ele geçirmekteki beceriksizliğinin bir kanıtıdır. Karşılaştırmalı açıdan biz önemsiz bir tehdit olabiliriz ama sembolik açıdan çok büyük bir tehdidiz; çünkü Küba, halkı her gün ekstrem yokluklarla boğuşurken pandemi sürecini çok iyi yönetmeyi bilen bir ülke oldu. Beş tane aşı ürettik. Eğer abluka altında gelişmesi engellenen bir sosyalizm bunu yapabiliyorsa, yaptırımlar olmasaydı neler yapardı kim bilir? Tehlike tam da burada; bu yüzden Küba’ya yaptırım uyguluyorlar, bu yüzden Venezuela’yı cezalandırıyorlar. Abluka, ABD kapitalizminin zayıflığının bir göstergesi; çünkü halkçı bir süreci bastırmak adına gerçekleşecek bir askeri müdahalenin bedelini, böylesi bir müdahalenin mevcut toplumsal ayrışmaları anayurt savunması altında birleştirmesi riskini göze alacak güçleri yok. 

Küba ve Venezuela’nın mutabakatıyla son yıllarda Karakas'ta uluslararası ölçekli çeşitli kongreler düzenlendi; bu kongreler devrimci ve ilerici güçlerin uluslararası birliğini ortak bir gündem temelinde ve ortak bir düşmanın varlığı çerçevesinde yeniden inşa etme ihtiyacına odaklanıyordu. Bu gidişatı nasıl yorumluyorsun?

Ben kronik bir iyimserim. Kapitalizmin bireycilikten geçen -yalnız, yabancılaşmış, belki uyuşturulmuş, gerçek anlamda sevmeyi bilmeyen bireyler olmamızı istiyorlar- sembolik sömürgeleştirme sürecine bakacak olursak, beraber düşünüp hareket edeceğimiz bir birliktelik yaratmak önemli bir direniş şekli. Günümüz kapitalist toplumlarında ilerici eklemlenme alanlarının var olduğuna inanıyorum; bunlar belki hayal ettiğimiz gibi olmayabilirler ama direniş açısından değerliler. Jose Marti’nin bir şiirinde varlıklı olan ama mutlu olmayan bir ülke olarak tanımladığı, bireyciliğin ve bencilliğin vatanı ABD’de bile böyle alanlar mevcut. Asıl mesele, bu neredeyse insan toplumunun içgüdüsel direnişi formunda kendiliğinden ortaya çıkmış eklemlenmelerin, sistemin değiştirilmesinin bireysel ilerlemeden değil büyük ölçekli ekonomik, siyasi ve toplumsal dönüşümlerden geçtiğinin anlaşılmasını sağlayacak şekilde politikleşmesinde. Aslında bu bireyselleşme bireye kendi yapabileceklerinin çok ötesinde sorumluluk yüklüyor, mesela çevre sorunları. Plastik tabak kullanmadıklarında, çöplerini sınıflandırarak bıraktıklarında çevreye verdikleri zararın azalacağına inandırılıyorlar. Halbuki Coca Cola gibi tonlarca litre suyu harcayıp toprağa ve nehirlere tonlarca kimyasal atık bırakarak kârlarına kâr katan çok uluslu şirketlerin bu soruna olan katkısı ile bireylerin katkısını karşılaştırdığınızda ortaya çıkan sonuç her bakımdan gülünç. Ayrıca Avrupa’da nehirlere zarar vermiyor diye bilmem hangi ulusötesi şirketin iyi olduğu fikrini terk etmek gerek… Çünkü aynı şirket güneydeki ülkelerin ormanlarını mahvediyor. Ya çözümün ortak olduğunu kabul ederiz ya da umutsuzluk bataklığına giderek daha fazla saplanırız. Asıl mesele günümüz kapitalizminin sağlam çekirdeğinde yetişmiş kesimleri yeniden sola doğru politize etmekte yatıyor çünkü insanlık ancak kapitalizmin aşılmasıyla kurtulabilir. Ya medeniyet ya barbarlık, ortası yok.

* Röportaj: Geraldina Colotti

29 Kasım 2022, Cubahora

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.