SÖYLEŞİ | Sosyal belediyecilik nasıl hayat bulabilir?

Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, İstanbul’da Kuşdili Çayırı örneğinde yaşanan gelişmelerden yola çıkarak AKP dönemi anlayışının nasıl yeniden yaşam alanı bulduğuna dikkat çekti.

Gamze Erbil

Mimarlar Odası’nın Nisan ayında yapılan 48. Genel Kurul’da iki yıl aradan sonra yeniden merkez yönetimine seçilerek oda başkanı olan Eyüp Muhcu’yla, Oda’nın bugünlerde hazırlıklarını sürdürdüğü yerel yönetimlerle ilgili çalışmayı, 2019’da konuyla ilgili yayımlanmış olan oda raporunu ve aradan geçen süreçte iktidar değişikliği yaşanan yerel yönetimlerdeki gelişmeleri konuştuk. İstanbul’da Mimarlar Odası’nın önceden beri üzerinde çalıştığı ve rant alanı haline gelmemesi için mücadele verdiği Kuşdili Çayırı örneği üzerinden bu alandaki sorunları ele aldık.

Muhcu, yerel yönetimler üzerindeki merkezi iktidarın baskısının kesinlikle dikkate alınması, ancak bu duruma karşın yine de sosyal belediyecilik anlayışı üzerinden atılacak adımların ihmal edilmemesi gerekliliğini vurgularken, 2019 sonrası pratikte bu konuda olumlu örneklerin fazla olmayışına dikkat çekti. Aksine Kuşdili Çayırı örneğinde olduğu gibi, eski sistemin korunduğu durumların kendileri için huzursuzluk verici olduğunu belirtti.

İki yıllık bir aradan sonra yeniden Mimarlar Odası Başkanı görevindesiniz. 2019’da odanın hazırladığı yerel yönetim raporu üzerinden İstanbul, Ankara gibi şehirlerde gördüğünüz tabloyu soracağım, çünkü buralardaki yerel yönetimlerde önemli siyasi değişimler oldu.

Yerel ve genel seçimler yapılacak muhtemelen 2023 yılında. Bu nedenle yerel yönetimler üzerinde kapsmalı bir çalışma organize ediyoruz. Çalışma farklı illerde forumlar şeklinde yapılacak. Finalde de İstanbul’da bir sempozyumla sonuçlandırılacak ve bir rapor yayımlanacak. Forum ve sempozyumdaki sunuşlar, halkın sivil demokratik kuruluşların ilgili çevrelerin katkıları değerlendirilerek rapor hem güncellenecek hem geleceğe dair öneriler sürdürülecek. 

Yerel yönetimlerle ilgili çok ciddi sorunlar olması raporun önemini arttırmaktadır. 

Peki 2019 seçimlerinden sonra, daha önceki dönem odanın dahil olduğu bir dizi hukuki, siyasi, mesleki mücadele ve ihtilaf başlıklarında nasıl bir değişim oldu? Siz kısa bir dönemini yaşadınız seçim sonrasında. İki yıl aradan sonra döndünüz. Bu tabloyu nasıl görüyorsunuz? Neredeyiz? 

Türkiye’de 1980 sonrası dayatılan neoliberal politikalara bağlı olarak yerel yönetimlerin şirketleşmesi süreci başladı ve devletle ilişkisi vesayet ilişkisiyken, 15 Temmuz darbe süreci sonrasında iktidarların emrinde kuruluşlar haline geldiler. Yerel yönetimler geçmişte de sorunluydu. Özerklik ve kendi yerelindeki işleri yapma konusunda yetkileri sınırlıydı. Bu sorunların çözülmesi gerekirken aksine 15 Temmuz’dan sonra saray yönetiminin emrinde yerel yönetimler oluştu. Ve bu süreçte de kayyum atamalarıyla seçilmiş belediyelerin yetkileri gasp edildi, belediyelerin pek çok anayasal hakları ortadan kaldırıldı. Saray kentlere daha çok müdahale etmeye başladı. Kentleşme, yerelleşme, demokratikleşme ile ilgili süreçler tamamen askıya alındı. 

'Yeni bir değerlendirme yapılması gerekiyor'

Otoriter baskıcı bir rejim, yerel yönetimlerin üzerinde ve kentlerde de etkilerini göstermeye başladığı dönemde, 2019 tarihinde yerel seçimler yapıldı. Şimdi bu sürecin, seçimlere yansıdığını görüyoruz. Bir tepki olarak kimi büyük şehir belediyelerinde muhalefet yerel yönetimleri kazandı.

Bu nedenlerle 2019 sonrası yeni bir değerlendirme eşiği oluşturuyor. Büyük şehirlerde, muhalefetin uyguladığı yerel yönetim pratikleri gerçekleşti. Saray rejimine bağlı ikitidarın kendi yerel yönetimlerinin uygulamaları var. Bunların yeniden değerlendirilmesi yapılan işlerin uygulamaların yerel yönetim pratiklerinin ele alınması ve nasıl bir sosyal belediyecilik sorusuna yeniden bir yanıt verilmesi ihtiyacı doğdu. 

Siz bugün nasıl bir tablo görüyorsunuz? Yani bu çalışmalar yapılacak, daha bilimsel değerlendirmeler netlik kazanacak ama şu anki izleniminiz nedir? Sosyal belediyecilik anlamında işler iyi gidiyor mu, yoksa eski sistem muhafaza mı ediliyor?

Yerel yönetim anlayışları açısından sorunlar gittikçe büyümektedir. Biraz önce de ifade ettiğim gibi merkezin yerel yönetimler üzerinde baskısı farklı şekillerde gerçekleşmektedir. 

Birincisi kayyumlar yoluyla yerel yönetime el koyulmak, bu çerçevede yolsuzluklar ya da başka gerekçelerle muhalefet belediyelerinin tasfiye edilmesi. Bunula birlikte yerel yönetimin bütçe kullanımları konusunda kısıtlar getirilmesi. İhale koşulları konusunda merkezin yine sınırlar getirilmesi, hatta merkezin bu süreçlere direk müdahale ediyor olması, kentleşme ve çevre konularında yaşanan sorunların kat be kat büyümesi söz konusu.

Eyüp Muhcu

'Yerel yönetimler önem kazandı ama...'

Fiilen kurulan saray rejiminin oluşturduğu koşullarda yerel yönetimler daha önemli hale geldi. Sorunlar büyürken Türkiye’de demokrasinin, özgürlüklerin, hakların gelişmesi açısından tarihsel misyonu itibariyle yerel yönetimlerin önemi daha fazla arttı. Buna karşın yerel yönetimlerin bu sorunlar karşısında tarihsel sorumluluklarını yerine getirmede başarılı olduklarını idia etmek mümkün değil. Eksiklerine karşın geçmişte var olan sosyal belediyecilik yerini şirket yönetimine dönüşen bir belediye anlayışına bırakmıştır. AKP iktidarlarında bu anlayış muhafazakar ve gerici politikalarla desteklenerek daha da problemli hale geldi. 

Muhalefet belediyelerinin iktidar politikalarına karışı, bir tavır içerisinde yerel yönetimleri almaları süreç içerisinde gerçekleşti. Değişim sonrasını değerlendirdiğimizde yerel yönetim anlayışlarında temel bir fark olduğunu ne yazık ki iddia edemiyoruz. İktidar belediyeciliği ile muhalefet belediyeciliği arasında tabii ki bir kısım farklar var. Toplumun yaşam tarzlarına müdahale ya da kendi özgür yaşama haklarının kullanılması, kimi sosyal haklarının geliştirilmesi, çevre konusunda biraz daha dikkatli olunması gibi farklılıkları ifade edebiliriz. 

'Şirket yönetimi tarzı belediye anlayışı sürüyor'

Temel bir yaklaşım olarak baktığımızda bugün bir sosyal belediyecilik anlayışı ve hedefi olan bir tavır gösterilmediği, kimi küçük çaplı uygulamalar olsa dahi asıl olan şirket yönetimi şeklindeki belediye anlayışının devam ettiğini gözlemleyebiliyoruz. 

Bugün yaşanan sorunları, uygulamaları tartışmaya açmanın da önünde ciddi zorluklar var. Çünkü Türkiye’de baskıcı, diktatöryal gerici bir saray rejimi var. Bunun olduğu koşullarda öncelik pek tabii olark bu saltanatın değiştirilmesidir. Saltanat karşısındaki bütün toplum kesimlerinin, duyarlı kesimlerinin, partilerin, sivil demokratik kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, sendikaların bir araya getirilmesi ve bir dayanışma ve mücadele hattının oluşturulmasıdır. Bu elbette öncelikli mesele budur. Ama bu mesele gerekçe gösterilerek sosyal belediyeciliğin, var olan yerel yönetiminin sorunlarının yanlışlarının, eksiklerinin değerlendirilmemesi düşüncesi kabul edilemez. 

Bir de sürekli karşımıza çıkan bir 'yetkisizlik' sorunu var. Herhangi bir konuyla ilgili kime müracaat edeceğiniz ya da hukuksuz yapılan bir işi durdurmak için nasıl bir yol izleyeceğiniz konuları da çok bulanıklaştı. Bu da önceki dönem düzenlemelerin doğal bir parçası ama mevcut durumda da düzenekler değişmiyor aslında.

Biraz önce bahsettiğim süreç içinde yerel yönetimlerin, belediyelerin yetkileri tabii ki kısıtlandı. Yetkileri son derece yetersiz. Temel sorun belediyelerin yetkilerinin kısıtlılığı olmakla birlikte, belediyelerin uyguladıkları yerel yönetim anlayışı ve kentleşme politikalarının değerlendirilmesine ihtiyaç var. 

Yetki sorunlarına rağmen belediyelerin Anayasal yetkileri çerçevesinde yapabilecekleri işleri ve kamusal sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirdikleri değerlendirilmesi gereken önemli bir husustur.

'Kayyum ataması yapıldığında itiraz edilmedi'

Örneğin, "6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" çıkarıldı. Kısaca buna "Afet Kanunu" diyelim. Afet Kanunu yerel yönetimlerin kimi yetkilerini sınırladı. Merkezi yönetim isterse bir belediye binasını resen yıkıp yerine bir residans yapabilir hale geldi. Bununla birlikte yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin kendilerini devre dışı bırakan, planları yok sayan, sağlıklı, güvenli, eşitlikçi kentleşme süreçlerine aykırı plan kararları konusunda açtıkları davalar nelerdir? Kaç tane dava açmışlardır? Ya da yerel yönetimin demokratik yetkileri ortadan kaldırılırken buna karşı itirazlarını ne ölçüde dile getirmişlerdir? Belediye başkanları görevden alınıp yerlerine kayyum atanırken, Türkiye’de yerel yönetimler itirazlarını dile getirmişler midir? Bu soruların yanıtları da bellidir. Ne yazık ki, gerekli hassasiyet, duyarlılık olsa dahi eyleme dönüşmemiştir, davalar açılmamıştır. 

Bir başka örnek; İstanbul ve Marmara Bölgesi'nin öncelikli sorunlarından biri olan deprem karşısında güvenli yaşam çevreleri oluşturulması meselesidir. Merkezi hükümetin olağanüstü yetkileri nedeniyle deprem/afetler konusunda yerel yönetimlerin yapacakları çalışmaların önünde sınırlar vardır. Buna karşın Anayasa’nın 127-128. maddelerinde yerel yönetimlere verilen yetkiler hâlâ geçerlidir. Kanun Hükmünde Kararnameler, yönetmelikler, yasa değişiklikleriyle kimi sorunlar sözkonusu olsa dahi, yerel yönetimlerin hareket noktası Anayasal güvenceleri ve yetkileri olmalıdır. Böyle hareket etmeleri halinde, halkın hizmetinde, kentlerin esenlikli güvenli bir geleceğinin kurulması için çalışmalar yaparken iktidarın hukuksuz, Anayasa’ya aykırı müdahaleleri olması halinde de buna karşı mücadele edilebilir. Bu yönde mücadele etmek isterlerse toplumun geniş kesimlerinin, meslek örgütlerinin ve duyarlı tüm kesimlerinin buna destek vereceği çok açıktır. Yeter ki, bu yönde adım atmak istesinler.

Odanızın 2019 tarihli yerel yönetimler raporunda bir dönem yapılan düzenlemelerin nasıl bir dönüşüm sürecinin yolunu döşediğine dair ayrıntılı değerlendirmeler var. Bakanlıkların yeniden düzenlenmesi, koruma ile ilgili yapılan düzenlemeler… Yeni bir rejimin inşası sürecindeki kritik üstyapısal düzenlemeler olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreci yerel yönetimlerdeki dönüşümle paralel değerlendiriyor rapor. Şimdi burada durduğumuzda yerel yönetimde bir değişiklik oldu ama eski yapılanma da devam ediyor. Siz dediniz ya hani, o şirketleşme anlayışı, devam ediyor. Bu devam ederken yaklaşım nasıl değişebilir?

Üç dönemden söz etmek gerektiği kanaatindeyim. 

Birinci aşamada; 1980 darbesi sonrası Özal döneminde kamusallığın çökertilmesi bunu yerine piyasa ekonomisiyle birlikte kent yağmasına dayanan bir rant ekonomisi organize edilmeye başlandı. 

İkinci aşamada; 12 Eylül 2010 Anayasa refendumu sonrasında kent, çevre hakları konusunda yargının hukuk normları çerçevesinde verdiği kararların ortadan kaldırılması açısından önemli bir süreç başlatıldı. İktidarın ya da yerel yönetimlerin kamu yararına aykırı mimarlık ve şehircilik bilimine aykırı uygulamaları çoğunlukla yargı kararlarıyla durdurulabilmekteydi. 

Saray rejiminin yerel yönetimleri dönüştürme süreci

12 Eylül 2010 Anayasa referandumu sonrasında yargının yeniden yapılanması ve kadrolarının iktidar tarafından atanmasıyla yargı önemli ölçüde güvence olmaktan çıktı. Ayrıca yine bu süreçte, 2011 Haziran seçimleri öncesinde çıkarılan 50’ye yakın hukuksuz Kanun Hükmünde Kararnameyle iktidarın kentleşme sürecine çok daha büyük boyutta müdahale etmenisinin araçları oluşturuldu. Şehircilik Bakanlığının kurulması, kültür ve tabiat varlıklarının ayrıştırılması, doğal sitlerin yapılaşmaya açılmasıyla ilgili engellerin kaldırılması. Daha pek çok konuda düzenlemeler gerçekleştirildi. 

Bu düzenlemelerden birisi, sizin bahsettiğiniz yetkisizlik ya da yetki alanlarıyla ilgili düzenlemelerdir. İktidar çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerlerle yerel yönetimlerin kentleşme planlama, yerinde yönetimle ilgili pek çok yetkisini gasp etmiştir. Ve yerel yönetimlerin elindeki sınırlı olan eksik olan yetkiler daha da sorunlu hale gelmiştir. 

Üçüncü bir aşama, 15 Temmuz darbe süreci sonrasıdır. Bu süreçte iktidar, 80 rejiminin ön gördüğü yerel yönetim ve ülke yönetimi anlayışını, otoriter yöntemlerle yetkileri daha da kendi elinde toplayarak, yerel yönetimleri yetkisizleştirerek, kamu kurumları dahil başka kurumları yetkisizleştirerek gerçekleştirmeye başladı. Bu süreçte kayyumlar, belediye başkanlarının görevden alınması, belediye ihalelerine müdahale, belediyelerin bütçelerini serbestçe kullanmalarının engellenmesi gibi uygulamalara tanık olundu.

Dönemlemeyi yaparken bir milat olarak 12 Eylül rejimini referans verdiniz. Aslında 12 Eylül sonrasında da gündeme gelen ama Erdoğan döneminde daha yoğun olmak üzere hep gündemde kalan Avrupa Birlikçi liberal bir yaklaşım vardı. Erdoğan iktidarında, özellikle ilk dönem daha yoğun olmak üzere, bir dizi paket AB projesine yaslanılarak önümüze getirildi. Yaptığınız değerlendirmede bunu nereye oturtuyorsunuz?

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle ilgili bir süreç 60’lardan beri işletilmeye çalışılıyor. Bununla ilgili karşılıklı sorunlar söz konusu. Bu bilinen bir şey. Ancak 80’den sonra, “AB’ye giriyoruz, gireceğiz” söylemi iktidarları meşrulaştıran, hatta partileri iktidara taşıyan bir enstrüman olarak kullanıldı. Özal döneminde, “Biz AB’ye giriyoruz, girdik” dendi. Daha sonra Çiller döneminde havai fişeklerle AB’ye girilmesi kutlandı.

Erdoğan ise 2002 seçimleri öncesinde hazırlanan ulusal ve uluslararası bir senaryoyla, AB’ye girilmesi, kamuda reform gibi söylemlerle iktidara geldi. 

Ailelerin zenginleşmesi etrafında düzenlemeler

Ancak iktidara geldikten sonra liderler bu söylemlerinden bir süre sonra uzaklaştı ve asıl kendi politikalarını uygulamaya başladılar: Kuralsız bir piyasacılık. AB’ye girmek demek kapitalizmin bütün kurallarıyla işletilmesini öngörmek anlamına da gelmektedir. İktidarlar, kapitalizmin dahi kendi kuralları içinde işletilmesine tahammül etmediler. O nedenle de kendi ailelerinin zenginleşmesi ve etrafında türemiş sermaye grupları oluşturarak iktidarlarını sürekli kılmaya çalıştılar. Bunun en tipik örneği Erdoğan dönemidir.

Bu bizim yaşadığımız süreç, dünyada da benzer bir şekilde yaşanıyor. Kapitalizmin neoliberalleşmesi aslında neredeyse bir yasa gibi. Bazen bunu tartışırken kurallı bir kapitalizm olabilirmiş gibi konuşuyoruz. Acaba böyle bir şey mümkün mü, sizce yapılabilir bir şey mi?

İnsancıl bir kapitalizmden söz edilemez. Kapitalizm doğası gereği vahşidir, yıkıcıdır, sömürgecidir ve savaşlardan beslenir. Yine de kapitalist ülkeler arasında var olan farklılıkları vurgulamak gerekir. 

Bugün demokrasisi gelişmiş ülkelerle açık diktatöryal rejimler arasındaki farkları da görmezden gelmemek gerekir. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi devletleri ele aldığımız zaman: Pek tabii olarak bu ülkelerin zenginleşmesi, ekonomik olarak gelişmeleri sömürge ülkelerden elde ettikleri kazançlarıyla, kendi coğrafyaları dışındaki ülke halklarının kaynaklarını sömürmesiyle olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kendi ülke yönetimlerinde bir burjuva demokrasisi kurulması, geliştirilmesi gayreti içinde oldukları gerçeğini de görmemiz gerekir. Kendi halkına karşı sosyal politikaları gündeme getirebilmekte, dünyanın diğer yoksul halklarına, toplumlarına karşı katmerli, vahşi bir sömürü öngörmektedirler. Bu gerçeği gözardı etmeden değerlendirmelerin yapılması önemlidir. 

'Avrupa’daki uygulamalarda örnekler var'

Avrupa’da Yerel Yönetimler Şartı, Kentsel Şart gibi kimi normlarla hukuk düzeni güçlendirilmeye, desteklenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede yerel yönetimlerin yetkileri artırılmış, yerel yönetimler yerel işleri yapmakla yetkilendirilmiştir. Yerel yönetimlerin yetkileri arttırılmış olmakla birlikte, merkezle bir koordinasyon içindediler. Yerel yönetimlerin dükalıklara, yerel diktatörlüklere dönüştürülmesine de izin verilmez. Bu durum burjuva demokrasisinin asgari koşuludur. Örnekleri var, bunu başka alanlarda da değerlendirdiğimizde, temel farklar ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de Gezi Parkı’na sahip çıkmak isteyen yurttaşlara uygulanan şiddeti dokuz yıl önce hep birlikte yaşadık. On yurttaşımız uygulanan şiddet nedeniyle yaşamını kaybetti. Şiddet emrini verenler ve bu genç insanları öldürenlerle ilgili hiçbir hukuki süreç işlemedi. Bir yargı kararı oluşmadı. Cezalandırılmadılar ve bugün aynı politikalar Türkiye’nin pekçok yerinde uygulanmaktadır. 15 Temmuz darbe sürecinin yarattığı baskı koşullarından istifade edilerek iktidarın uygulayamadığı ya da mahkemeler tarafından iptal edilen pek çok yağma kararı yeniden uygulanmaya başlamıştır. 

Peki bir örnek üzerinden devam etmek istiyorum: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mart ayında Kurbağalıdere hattında bir 'Yaşam Vadisi' projesi açıkladı. Bunun ilk etabının da Kuşdili Çayırı olacağı söylendi. Kuşdili Çayırı’nda yıllardan beri süren bir mücadele var, sizin de içinizde olduğunuz. Çok sayıda dava açıldı, kazanıldı vs. Bu örnek üzerinden devam edelim…

Kuşdili Çayırı’nın tarihsel bir önemi var; kentle, kentin dokusuyla ve çevreyle ilişkisi bakımından önemli ve bu nedenle de söz konusu bölge tarihsel ve kentsel SİT alanı olarak tescil edilmiş durumda. 20 yıldır AKP’nin yerel yönetimde ve merkezi yönetimde olduğu dönemlerde, Kuşdili Çayırı’na bir takım projeler yapılması girişimleri söz konusu oldu. Bununla ilgili planlar da yapıldı ve onaylandı. 

Yerüstünde otopark, bazen yeraltında otopark, katlı otopark, birtakım dükkanlar, ticari mekanlarla birlikte tarihi Kuşdili Çayırı’nın özelliklerini ortadan kaldıran plan kararlarıydı. Bu plan kararları aynı zamanda Kuşdili Çayırı’na bölgede var olan trafik sorununu daha da artırabilecek, bölgeye çok sayıda aracı davet eden bir takım kararlardı. 

'2019 sonrası Kuşdili için beklenti oluştu'

Kuşdili Çayırı’nın deprem ve afetler sırasında toplanma yeri özelliği var. Halkın yararlanabileceği sığınma yeri. Ayrıca kentin bir nefes alma alanı. Kadıköy’ün, çevrede yaşayanların nefes alma alanı olmak gibi pek çok özellikleri var. Tarihi olarak buranın korunmasının da ayrıca bir önemi var. Bütün bunları ortadan kaldıran birtakım plan kararları söz konusuydu. Bu plan kararlarının yürütmesinin durdurulması, iptali amacıyla açtığımız davalar, uzun soluklu bir mücadeleden sonra iptal kararlarıyla sonuçlandı. 

2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye yönetimi değiştikten sonra doğal olarak Kuşdili Çayırı’nın tarihsel özelliklerine uygun olarak düzenlenmesi beklenir. Fakat gördük ki, geçmişte mahkeme kararıyla iptal edilen planda yer alan fonksiyon ve yapılar büyük ölçüde yeniden Kuşdili Çayırı’nda bu kez “peyzaj düzenlemesi” adı altında yapılmak istenmektedir.

'Yeni proje AKP dönemindekinin benzeri'

Yeni düzenlemeyle İBB’nin Park Bahçeler ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı ilgileniyor…

İBB adına Park Bahçeler ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı bir “peyzaj düzenlemesi projesi” adı altında bir çalışma yürütüyor. Projeyi incelediğimizde AKP döneminde 2018’de yapılan ve mahkeme kararıyla iptal edilen planın hemen hemen aynısı, bu kez “peyzaj düzenlemesi projesi” kapsamında gündeme getiriliyor. İBB’nin Park Bahçeler ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı’nın iptal edilmiş bir planın fonksiyonlarını bir çevre projesi, park projesi adı altında tarihi Kuşdili Çayırı’nda yapmak için girişimde bulunması bizim için çok şaşırtıcı bir şey oldu. Bununla da kalınmadı, proje Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’na onaylanmak üzere verildi.

Sözkonusu Daire Başkanı’nın daha önceki icraatları arasında Taksim’deki sizin de mücadele ettiğiniz başka projelerin iktidarın istediği yönde onaylanmasında imzası olduğunu gösteren bir belge var, sosyal medyada gündem oluşturdu. Bu gerçek mi?

Gerçek, evet.

O zaman çok şaşırtıcı bir durum olmadığını düşünebilir miyiz? Aslında aynı yaklaşımın sürdüğünden söz etmek gerekmez mi?

İBB’nin yeni yönetimi, demokratik, halkın katılımını öngören, hukuka saygılı, doğal ve kültürel değerlerin korunması, sağlıklı kentleşme vb bir söylemle yönetime geldi. Bu açıdan şaşırtıcı. Park Bahçeler ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığının tarihi Kuşdili Çayırı’nda bir proje geliştirmesi şaşırtıcı oldu. 

'AKM’yi yıktıran Kuşdili Çayırı’nı da yok eder'

Bu işleri yürüten daire başkanının geçmişteki uygulamaları dikkate alındığında; tarihi Kuşdili Çayırı’nı yok eden bir projenin yürürlüğe sokulmasına elbette şaşırmıyoruz.

Cumhuriyet, eemokrasi, emek meydanı niteliğindeki tarihi Taksim Meydanı’nın en önemli değerlerinden biri olan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkım kararında imzası olan bir koruma kurulu üyesinin İBB’de bir daire başkanı olması ve bu daire başkanlığının Kuşdili Çayırı üzerinde bir rant projesi gerçekleştirmesi… Böyle bir anlayışın, Kuşdili Çayırı’nı anlamaması, onun değerlerini yok etmek için bir takım projeler geliştirmesi maalesef şaşırtıcı değil.

Aslında kast ettiğiniz konu kişilerle ilgili bir şey değil ama. Bir anlayıştan bahsediyorsunuz. Biz burada isim olarak herhangi bir Koruma Kurulu üyesini konuşmuyoruz. Bir dönemin rant projelerini hayata geçirmek için icat edilmiş hukuku aşma yöntemlerinde rol üstlenmiş, o fonksiyonu yerine getiren bir kişi oluyor değil mi?

Koruma Kurulu üyelerine iktidarın müdahaleleri olmasına rağmen, Koruma Kurulu hem yapı olarak, hem meydanla ilişkisi dikkate alınarak birlikte tescillenerek koruma altına alınmıştı. Aynı zamanda AKM ile ilgili bir yargı kararı da vardı. Buna göre anıtsal yapının aslına uygun restore edilmesi gerekiyordu. 

Erdoğan’ın Taksim’in dönüştürülmesi, Cumhuriyet'in en önemli simgesel meydanının yok edilmesi ve yerine kurulan saray rejiminin simgesi bir meydanın inşa edilmesi için girişimleri var. Bu çerçevede AKM’nin yıkılması, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması, Taksim Maksemi’nin yanına dini tesis yapılması, Taksim Meydanı’nın altının boşaltılması gibi birtakım dayatmalar gündeme geldi. Öngörülen dönüşümün gerçekleşmesi için Koruma Kurulu'na operasyon yapıldı. 2013’te bu hukuksuz projeleri onaylatmak için üyeler atadı. Atanan üyelerle birlikte AKM’nin yıkılması için kararlar verildi. 

Yıkım kararını veren üyelerden biri de, İBB Park Bahçe ve Yeşil alanlar Dairesi Başkanlığına atanan Koruma Kurulu üyesiydi. Erdoğan’ın Taksim’i dönüştürmesi ve yeni kurulan Saray rejiminin meydanı haline getirmesi için yapılan operasyonların kararları yapılan operasyonla atanan yeni üyeler tarafından onaylanmıştır. Bu anlayışa herkesin karşı çıkması beklenir.

'Projenin geri çekilmesi gerekiyor'

Saray rejiminin rant politikaları çerçevesinde Kuşdili Çayırı’nın ranta açılması projesinin de, Kadıköy’ün tarihi kent dokusunun yok edilmesi, Kuşdili Çayırı’nın tarihsel dokusunun ortadan kaldırılması, yeni trafik ve kentleşme sorunlarının bölgeye davet edilmesi gibi bedelleri vardı. İktidarın yıkım projesinin bu kez İBB tarafından işleme konması son derece düşündürücüdür. 

Bu nedenlerle onay sürecine giren mimarlık ve şehircilik ilkelerine, koruma hukukuna açıkça aykırı olan “peyzaj düzenlemesi” adı altındaki projenin geri çekilmesi şarttır. İstanbulluların ve Kadıköylülerin Kuşdili Çayırı’nın değerleri ve çevresi ile birlikte korunması için çalışmalar yapılmasını talep etmesi temel bir yurttaşlık hakkıdır.