Kübalı sporcularla ilk tanışmam 2009 yılında Küba’da katıldığım Uluslararası Dayanışma Kampında gerçekleşti.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden yaklaşık 200 Küba dostunu ağırlayan kampın son günlerinde, o zamanlar ABD’de hapis yatmakta olan beş Kübalı kahraman için “Beşli İçin Beş Kilometre” dayanışma koşusu düzenlenmişti. Küba’nın sıcak güneşi altında koşunun son kilometrelerini kan ter içinde tamamlamaya çalışırken Küba bayrağı renklerindeki eşofmanlarıyla yanımız sıra koşup bize su uzatan, ara ara sırtımızı sıvazlayan, muzipçe şakalar yapıp moral veren Kübalıların ülkenin en önde gelen sporcuları olduğunu henüz bilmiyorduk.
Koşunun ardından, programda yer alan “Küba’da Spor” konulu söyleşi için kamp alanındaki konferans salonunda toplandık. Birkaç saat önce yanı başımızda koşan eşofmanlılar sahnede yerlerini aldılar. Aldılar dediysem de, aslında bir süre alamadılar. Sahnedekiler Kübalılara özgü coşkun el kol hareketleriyle ön sıralardan birilerine sesleniyor, ne olup bittiğini anlamayan bizler için hayli uzun süren karşılıklı atışmaların ardından birileri sandalyesini alıp sahnedekilerin arasına katılıyordu. Tam bitti derken sporculardan bir diğeri sahneden iniyor, ön sıralardan birilerini yaka paça tutup sahneye sürüklüyordu. Sonunda on kişi için hazırlanan sahneye, sıkış tıkış oturmak pahasına yirmi kişi dizildiler.
Yerleşme seremonisi bitince söyleşinin moderatörü sahnedekileri tanıtmaya başladı. Her isimle birlikte salonda büyük bir alkış kopuyordu. Karşımızdakiler, her biri en az birkaç uluslararası madalyaya sahip, kimisi dünya şampiyonu boksör, judocu ve voleybolculardı ama alkışlara içtenlik katan asıl şey, sportif başarıları sıralanırken yüzlerinde beliren mahcubiyet duygusuydu. Kendi sırasını utangaçça savan her sporcu, tanıtım sırası gelen yanındakinin kah sırtını tokatlayıp kah yanağından makas alarak arkadaşının mahcubiyetinin keyfini çıkarıyordu.
Fakat en anlamlı alkışı aralarına sonradan katılanlar tanıtılmaya başlayınca aldılar. Meraklı bakışlarla izlediğimiz peşrev faslının, bu büyük sporcuların başarılarını borçlu oldukları antrenörlerinin, masörlerinin, ekip arkadaşlarının da sahneye çıkmaları için yaşandığını fark ettiğimizde...
Söyleşi boyunca Kübalılara pek çok soru soruldu ama aslında dönüp dolaşıp aynı temel soruya gelindi: Kübalı sporcuların başarılarının sırrı neydi?
Günde kaç saat antrenman yapıyorlardı? Ne tür teknik olanaklara sahiplerdi? Ne tür özel diyetler uyguluyorlardı? Okuldayken kaç saat beden eğitimi dersi almışlardı? Maaşları nüfus ortalamasına kıyasla yüksek miydi?
Küba’nın spor alanındaki başarısı gerçekten de tartışılmazdı. Ülkenin aldığı uluslararası madalyalar nüfusa oranlandığında, dünya lideri zannedilen ABD’den 11 kat daha başarılı olduğu ortaya çıkıyordu.
Cevaplar şöyleydi...
Günde en fazla bir iki saat düzenli antrenman yapıyorlardı.
Abluka altında yaşayan bir ülke olarak teknik olanakları son derece kısıtlıydı.
Yine aynı sebeplerle özel diyetler uygulamaları söz konusu değildi; sağlıklı beslenmeye gayret ediyorlardı.
Okuldayken aldıkları beden eğitimi derslerinin sayısı Avrupa ortalamasının pek de üzerinde sayılmazdı.
Maaş mı? Maaş almıyorlardı. En azından sporcu olarak...
Sahnede bulunan antrenörler veya masörler gibi yaptıkları işin okulunu okumuş meslek erbapları dışında kimse spor için maaş almıyordu. Ya öğrenciydiler ya da icra ettikleri ve maaş aldıkları başka bir meslekleri vardı; kimisi eğitimci, kimisi mühendis, kimisi çiftçiydi. Antrenmanlarını iş saatleri dışında yapıyor, müsabakalar yaklaştığında bir iki haftalık kamplara alınıyorlardı. İşe devam etmedikleri bu süreler boyunca devlet ‘elbette’ kendilerinin ve ailelerinin masraflarını karşılıyordu.
Kübalıların sorulara verdikleri cevaplar elbette bunlarla sınırlı değildi. Devrimden sonra sporu anayasal hak olarak tanımlayan bir politika çerçevesi oluşturulmuş, her yaştan Kübalının spor yapma hakkını güvence altına alan merkezi kurumlar ve yaygın oryantasyon mekanizmaları geliştirilmişti. Devrimden önce yalnızca ayrıcalıklı sınıflara açık olan spor tesisleri kamulaştırılarak halka açılmış, sportif faaliyetler ücretsiz hale getirilmiş, yeni yaygın spor alanları inşa edilmişti. Profesyonel spora son verilmiş, sporu kâr konusu haline getiren her türlü meslek kategorisi lağvedilmişti.
Tüm bunlara karşın, egzersiz aletleri endüstrisinden özel ilaç ve beslenme ürünleri sektörüne, borsada işlem gören dev kulüplerden yatıp kalkıp müsabakaya hazırlanan yıldız sporculara uzanan milyar dolarlık küresel spor piyasasının ‘donanımı’ ile Küba’nın ekonomik kısıtlarla malul kamucu yaklaşımı arasındaki muazzam asimetrinin nasıl olup da Küba lehine sonuçlandığını kavramak, ‘başka bir dünyadan gelen’ biz dinleyiciler için kolay değildi.
Bu afallatan gerçeğin kavranabilmesi için, teknolojik kapasite ve finansal gücün fetişleştiği bir dünyada kamucu politikaların ve ancak bunlarla birlikte hayata geçmesi mümkün olan insani değerlerin yarattığı farkın takdir edilebilmesi gerekiyor çünkü.
Kübalıların başarısının anahtarı, yukarıda aktardığım anıya yansıyan neşe, tevazu ve kolektivitede yatıyor.
Kübalılar sporu para için veya gözü dönmüş bir hırsla değil, insanca yaşamın mutluluk verici bir veçhesi olarak paylaşımcı bir duyguyla yapıyorlar.
Fidel önderliğinde halka kazandırılan bu değerler sayesinde Kübalılar her alanda olduğu gibi sporda da göz yaşartıcı güzellikte zaferlere imza atmaya devam edecekler.