Aziz Çalışlar’a Sahip Çıkmak

Aziz Çalışlar'ı, ölümünden bunca yıl sonra Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin gündeme getirmesi bir çok bakımdan sevindirici. Öncelikle onun değer yaratan biri olarak anılması, anımsanması başlı başına bir değerbilirlik. Bıraktığı ürünleri, üşenmeyip sayarsak, yazar ve çevirmen olarak imzasına rastladığımız 35 dolayında yapıtla karşılaşıyoruz. Bunlardan 14'ü tiyatroyla ilgili. Yazılmış, uyarlanmış, çevrilmiş oyunlar. Felsefe, kültür, estetik içerikli kitaplarının sayısı da bir o kadar. Sözlük, ansiklopedi çalışmalarını bunlara kattığımızda, ortaya çıkan görünüm, yoğun bir emek birikimini ve üretken bir çalışkanlığı sergilemiş oluyor.

Yalnız bu bile, ona gösterilen değerbilirliğin ne denli yerinde olduğunu açıklamaya yeter. Ama 1966-94 yılları arasında yaratılan bu birikimi, sayısal varlığının ötesinde, üstlendiği görev anlayışı ve yönlendirici boyutlarıyla da kavramamız gerekiyor. Sözkonusu yıllar, kültürün siyasal boyutu ve sanatın estetikle ilişkisi yönünden yapılan aranışları ve çıkan tartışmaları kapsamaktadır. Aynı şey, tiyatro alanında da geçerlidir. İşte Aziz Çalışlar'ın üretkenliğini, bu yıllara düşürdüğü aydınlıkla kavramaya ve değerlendirmeye yönelmenin gerekliliği burada karşımıza çıkıyor.

Yaptığı çevirilere baktığımızda Materyalist Felsefe Sözlüğü'nden Suchkov'un Gerçekçiliğin Tarihi'ne, Kagan'ın Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanatı'ndan Redeker'in Edebiyat Estetiği'ne,

Marx-Engels-Lenin'den Sanat ve Edebiyat derlemesine kadar, nasıl bir bilinçli seçimle, yaşadığı dönemi aydınlatmaya yöneldiğini görüyoruz. Çevirmenliğin ötesinde, bu kaynaklardan sanat-edebiyat dünyamızda nasıl yaralanacağımızı, yaşanılan sorunları nasıl tartışıp hangi sonuçlara varacağımızı Günümüzde Kültür Sanat ve Estetik, Sanatsal Kültür ve Estetik, Gerçekçilik Estetiği, Ulusal Kültür ve Sanat gibi kitaplarıyla da gündeme taşımıştı. Özellikle 1980 sonrasında, ülkemizde yaşananların kültür, sanat, edebiyat dünyamızda yapacağı "tahribat"a karşı bir direniş odağı içinde Aziz Çalışlar'ın yeri önemliydi.

10 Şubat günü Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde yapılan toplantıda, konuşmacılardan Yılmaz Onay bunun üzerinde geniş olarak durdu. Bugünü de içine alan sözkonusu dönemde "tahribat"ın mimarlarınca, Aziz Çalışlar'ın nasıl hedef alındığını, özellikle toplumcu gerçekçiliği gözden düşürmek isteyenlerce onun çevirdiği ve yazdığı yapıtlara, savunduğu görüşlere ne yönden karşı çıkıldığını örnekleriyle anlattı.

Ben de aynı toplantıda, çalışmaları ve ürünleri kadar önemli göstergelere konu olacak kimliği ve kişiliği üzerinde durmaya, bu yapıtların yaratıcısını elimizle dokunacak kadar yakınımıza getirmeye çalıştım. Bendeki görüntülerini sergileyerek yapmaya çalıştım bunu. Ölümünün hemen ertesinde yazdıklarımı okuyarak, "ürünlerinin sayım dökümünden, kitaplarının raflarda tuttuğu yerden öteye geçmek, onların ortaya çıkışını insan gerçekliği açısından anlamlandırmak, sayfalarda izleri bulunmakla birlikte o sayfaların ardındaki insana parmaklarımızı değdirmek istersek, onun duygularına da ulaşabilmeliyiz" dedim.

Onun, yaşadığı dönemdeki bilgisizliklere, kavrayış darlıklarına, siyasal öngörüsüzlüğe, çalışmaları ve yapıtlarıyla olduğu kadar yaşayışı ve kişisel konumuyla da çözüm getirici olduğunu düşünüyorum çünkü. En azından sanat ve siyaset dünyasının bir kesimince önemsenmeyen, hatta küçümsenen, düzeyli bir davranış inceliğini, gelişmiş bir beğeni seçiciliğini, günlük yaşamın sıradanlığından zorunlu insan ilişkilerine, yeme içme keyifinden giyim kuşam uyumuna kadar her alanda koruyabilmesinin altı çizilmeliydi. Zaman zaman kafaya fazlaca takılan "köken" sorununda, dünyaya paşa soyundan, bürokrat yetiştiren bir aileden geliyor olmakla, yaşamını emek dünyasının değerleri üzerine oturtmak arasında çelişki arayanlara yaşamıyla somut bir yanıt getirdiğine vurgu yapılmalıydı.

Bunları göz önünden tutarak, yazımdan yaptığım alıntıyı şöyle sürdürdüm: "Aziz Çalışları'ı gözümde canlandırırken, geride bıraktığı ürünleri saymakla yetinemiyorum o yüzden. Birikiminin, donanımının arkasında yatan yaşamı da görmeye çalışıyorum. Duygularının derinliğine ne vakit yönelsem, kendi anlattığı o sahneye ulaşıyor yolum. Konağın penceresinden sokaktaki işçileri seyreden, yemek molasında gizlice aşağıya inip onlarla yiyeceklerini paylaşan ve aynı sofraya oturan küçük çocuğa. O çocuğun, büyüdükten sonra da değişmeyen, toplumsal bir bilince doğru onu taşıyan duygularına".

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin bugünlerde Aziz Çalışlar'ı gündeme getirmesi, dediğim gibi, sevindirici. Sanat Cephesi'ndeki savaşımcı genç arkadaşların onunla ilgili çalışmalar yapması, 1980 sonrasının hedeflediği "tahribat"a kafa tutmak, geleneği oluşturan ve yok edilmek, unutturulmak istenen değerlere yeniden sahip çıkmak anlamına geldiği için ayrıca sevindirici. Şimdi bu sahip çıkışın anmakla, anımsamakla sınırlı kalmaması gerekiyor. Çoğunun basımı bugün bulunmayan kitapları bir an önce gün ışığına çıkarılmalı yeniden. Aziz Çalışlar'ın yarattığı kaynaktan bugün için yaralanmanın yolu, önce kendisini gerektiği biçimde tanımak ve tanıtmaktan, sonra da kitaplarını paylaşılır hale getirmekten geçiyor.