Arap Baharından Kürt Baharına

Arap Baharı bir Amerikan projesi olarak ortaya çıkmadı içi boş bir demokrasi talebinden ibaret olmadığı gibi, İslami karakterli bir ayaklanmalar zinciri de değildi ayaklanmaların tarih öncesine bakıldığında, Arap coğrafyasında uzun yıllardır hüküm süren neoliberal politikaları ve bunların uygulayıcısı baskıcı rejimleri net bir şekilde görmek mümkündü.

Önce Tunus ve sonra Mısır’da başlayan, sonrasında Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye’ye sıçrayan ayaklanmaların hepsinde ilk kıvılcımı çakanlar, bu nedenle, yoksul halk kitleleriydi başlangıç itibariyle hepsinde ekmek talebiyle adalet talebi iç içe geçmişti ve hepsinde yoksullukla iktidardaki despotlar arasındaki bağlantı fark edilmiş durumdaydı.

Arap Baharı devrimci bir girişimdi ama devrim “çalındı” çünkü örgütsüz ve ideolojisiz kitlelerin ufku ve gücü rejimin sembol isimlerini devirmekten öteye gitmiyordu, söz konusu coğrafyada sol güçsüzdü ve işçi sınıfı dağınıktı, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslami örgütler çok uzun süredir kendi paralel devlet aygıtlarını yaratmışlar, hastanelerini, okullarını silahlı güçlerini oluşturmuşlardı.

Devrim halktan çalındı ama çalanlar sadece İslamcı güçler değildi esas fail emperyalizmdi ayaklanmaların uluslararası sistemi tehdit edici devrimci potansiyelinin kontrol altına alınabilmesi için emperyalizm bütün gücüyle devreye girdi ve devrimi çaldı.

Emperyalizm açısından böyle bir müdahale şarttı çünkü Ortadoğu, Soğuk Savaş’ın bitişi ve reel sosyalizmin çözülüşünün ardından da “büyük oyun”un, yani küresel egemenlik mücadelesinin en önemli arenalarından biri olma özelliğini koruyordu ve hiçbir şekilde kaybedilmemesi gerekiyordu.

Peki emperyalizm için bölgede yapılması gerekenler neydi? Öncelikle elbette ki başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere petrol şeyhliklerinin korunması, bu ülkedeki hanedanların varlığını devam ettirtmesi gerekiyordu ikinci olarak, İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına devam edilmeliydi ve üçüncüsü İran’ın bölgesel etkinliğinin artması mutlaka engellenmeliydi. Bu, Ortadoğu’daki statükonun korunması anlamına geliyordu ve bunun için ise ayaklanmaların yıktığı eski rejimlerin yerine kurulacak yeni rejimlerin emperyalizmle anlaşmalarının sağlanması gerekmekteydi.

Bu gereklilik uyarınca planlar yapıldı ve Mısır, Tunus ve Libya’da eski rejimler devrilirken, İslami ağırlıklı yeni rejimlerden statükoyu bozmayacaklarının garantisi alındı: Petrol batıya sorunsuzca akmaya devam edecek, İsrail’e yönelik bir tehdit söz konusu olmayacak ve İran etkisine karşı mücadele edilecekti.

Emperyalizm Arap baharını statükonun devamı adına kontrol altına alır ve yönlendirirken çarptığı kayanın adı Suriye oldu. Rejime karşı birikmiş bir toplumsal öfkenin mevcudiyeti bilindiğinden, önce Tunus ve Mısır modeli denendi bu işe yaramadığında ise Libya’daki sürecin aynısı yürürlüğe konuldu: Muhalifleri silahlandırmak, muhalif saflarda çarpışması için Suriye’ye paralı askerler yollamak, istihbarat örgütlerini devreye sokmak, sabotaj ve suikastlar düzenlemek vs.

Suriye’nin Libya olmadığı çok geçmeden anlaşıldı elbette Esad rejiminin hala bir toplumsal meşruiyeti vardı, Suriye’nin bir devlet geleneği bulunuyordu, Libya’yla kıyaslanmayacak ölçüde düzenli bir orduya sahipti ve en önemlisi İran, Çin ve Rusya, Libya’dakinden farklı olarak, kararlı bir şekilde Suriye’nin arkasında duruyorlardı.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve sosyalizmin çözülüşünün ardından dolaşıma sokulan dünyanın tek kutuplu hale geldiğine, kapitalizmin ve liberal demokrasinin zafer kazandığına ve tarihin sona erdiğine ilişkin tezler, 11 Eylül saldırılarından sonra geçerliliğini yitirmişti. 2012 yılına gelindiğinde ise, Suriye üzerine verilen mücadele dünyanın yeniden iki kutuplu ya da çok kutuplu hale geldiğini net bir şekilde gösteriyordu. Bu sefer sosyalist ideolojiyi benimsemiş bir karşı kutup değildi belki söz konusu olan ama kendisini Batı emperyalizminin ve onun değerlerinin karşısında konumlandıran, küresel güç dengesini Batı’dan Doğu’ya kaydırmaya çalışan bir kutbun varlığı gözlemlenebiliyordu.

Suriye üzerine verilen mücadele, tarafları şöyle konumlandırabileceğimiz ve küresel ölçekte de geçerli olan bir tablo çıkarıyordu ortaya: Bir tarafta ABD’nin başını çektiği Batılı/Atlantikçi güçler, Suudi Arabistan, Katar ve diğer petrol şeyhlikleri, İsrail, Irak’taki özerk Kürt yönetimi ve yeni Osmanlıcı dış politikasıyla Türkiye öbür tarafta Rusya, Çin, İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’taki merkezi hükümet.

Peki bu taraflaşmada Türkiye siyaseti ve medyasının birdenbire ve elbette ki büyük bir kaygıyla birlikte fark ettiği Suriye Kürtleri nerede durmaktaydı?

Geçtiğimiz haftaki yazımda da belirttiğim üzere, Suriye’deki Kürt hareketinin en güçlü partisi PYD, Barzani’ye değil, Türkiye’deki Kürt hareketine yakın, bu nedenle de hem Türkiye’yle hem de ABD’yle ilişkileri iyi değil. Esad’la birlikte hareket etmediler ama Suriye Ulusal Konseyi’ne ve Özgür Suriye Ordusu’na da dâhil olmadılar, Esad’ın orduyu stratejik kentlere doğru çekmesinin ardından doğan yönetim boşluğunda, çoğunlukta oldukları yerleşim bölgelerinin kontrolünü ele geçirdiler ve kendi özyönetim aygıtlarını oluşturmaya başladılar.

Şu an küresel egemenlik mücadelesinin merkezi olarak görebileceğimiz Suriye’de böylesi bir yapılanmanın ortaya çıkışı bütün bölgesel dengeleri değiştirebilecek nitelikte. Türkiye bağlamında ise, Kürtlerin Suriye’de ulusal bir statüye kavuşma yönünde attıkları bu adımla birlikte, başbakanın sahiden haklı çıktığını ve Suriye’nin Türkiye’nin bir iç meselesi haline geldiğini söyleyebiliriz.

Türkiye, Suriye’de ortaya çıkan Kürt özerk bölgesini açıkça bir tehdit olarak görüyor ve askeri müdahale de dâhil, çeşitli seçeneklerin masada olduğunu söylüyor. Askeri müdahale düşük bir ihtimal olmakla birlikte, “kesinlikle olmaz” demek mümkün değil ancak esas olarak Suriye Kürtlerinin Barzani ve ABD üzerinden emperyalizmin güdümüne sokulmaya çalışılacağı ve özerk yönetimin bu şekilde kontrol edilmek isteneceği anlaşılıyor.

Türkiye’nin Suriye Kürtlerine bakışı devletteki bir sürekliliğe işaret ediyor aslında. AKP’den önce de AKP döneminde de, Barzani’yle ve Irak Kürdistan’ıyla özsel olarak bir sorun yok çünkü Barzani’nin ABD ve İsrail’le sarsılmaz ilişkileri bulunuyor. İşte tam da bu nedenle Barzani Kürdistan’ının kuruluşu bizzat Türkiye-ABD-İsrail ortaklığıyla gerçekleştirilirken, Türkiye’deki Kürt hareketiyle düşman algısının dışında bir ilişki kurmak söz konusu olamıyor ve aynı şey şimdi Suriye Kürtleri için de geçerli, Amerikancı olmadıkları için onlar da düşman kategorisine dâhil edilmiş durumdalar.

Bölgesel ve küresel egemenlik mücadelesinin Türkiye siyaseti üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu biliyoruz. Jeopolitik perspektifli bir akıl yürüttüğümüzde, bugün Suriye coğrafyası üzerinde somutlaşan bu mücadelede, Batılı güçler ve müttefikleri olan İsrail’in ve Arap hanedanlıklarının olabildiğince güç yitirmesi ve planlarını gerçekleştirememeleri, hem Türkiye halklarının hem de bölge halklarının çıkarına görünüyor. Dolayısıyla solun dış politikasını bu güçlerin planlarını bozacak her türlü girişimi desteklemek üzerine kurması, böyle bir strateji geliştirmesi gerekiyor. Böylesi bir strateji, bölgedeki diğer halklar gibi Kürt halkının da emperyalist planların bir parçası olmaktan çıkarılması için mücadele edilmesini zorunlu kılıyor bunun için ise hem Türkiye’deki ve Suriye’deki Kürt hareketine hem de Türkiye soluna büyük görevler düşüyor. Türkiye ve Suriye Kürtlerinin, ABD, AKP ve Barzani üçlüsünden uzak durması/ uzak tutulması gerekiyor.

Yazıyı, alakasız gibi görünmekle birlikte, son derece alakalı olduğunu düşündüğüm birkaç soruyla bitirmek istiyorum: “Bir, ulusalcılık, yukarıda sözünü ettiğim küresel egemenlik mücadelesinde nerede duruyor? İki, durduğu yer, Atlantikçi kutbun/batı emperyalizminin karşısıysa, neden Türkiye Kürtlerini ve onların siyasi temsilcilerini ısrarla Atlantikçi kutbun bir parçası olarak görmekte ve göstermekte ısrar ediyor? Ve üç, Kürtlerin ve siyasi temsilcilerinin dâhil edilmediği, asgari müştereklerde ortaklaşılmayan bir antiemperyalist mücadele mümkün müdür?”

Tarih hızlanıyor, hızlandıkça sorulacak sorular çoğalıyor.