Açlık grevinden 29 Ekim’e toplumsal muhalefet ve kısıtları

23 Ekim’de bu köşede yayınlanan açlık grevleriyle ilgili yazımda grevlerin son çare olup olmadığını sormuştum. Öcalan da son çare olmadığını düşünmüş olmalı ki, kardeşiyle yaptığı görüşmede eylemlerin bitirilmesi için bir çağrı yaptı ve mahkûmların Öcalan’ın çağrısına uymasıyla birlikte eylem herhangi bir can kaybı yaşanmaksızın bitti.

Grevler bittiğine ve herhangi bir can kaybı yaşanmadığına göre, eylem üzerine değerlendirmelerde bulunabiliriz zannediyorum. Çıkış noktamız ise şu soru olabilir: “12 Eylül’den, yani grevlerin başladığı günden bugüne kadar geçen yaklaşık yetmiş günlük sürede Kürt sorunu başlığında değişen herhangi bir şey var mı?”

Yanıtlamaya çalışalım.

Mahkûmların esas olarak üç talepleri vardı: Anadilde eğitim, duruşmalarda anadilde savunma yapılabilmesi ve Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması.

Anadilde eğitimin Kürt sorununun temel noktalarından birini teşkil ettiği, anayasal bir nitelik taşıdığı ve kısa vadede herhangi bir düzenlemenin yapılmasının mümkün olmadığı zaten biliniyordu. Gerçekten de öyle oldu ve süreç boyunca anadilde eğitimle ilgili herhangi bir gelişme yaşanmadı.

Anadilde savunmaya ilişkin bir düzenlemenin yapılacağı ise henüz açlık grevleri kamuoyunun gündeminde değilken, AKP kongresinde başbakan tarafından ilan edilmişti. Sonuçta bir düzenleme yapıldı ama içeriğine bakıldığında düzenlemenin talep edilene kıyasla son derece zayıf olduğu görüldü anadil sadece sözlü savunma esnasında kullanılabilecek ve tercüman ücretini de sanığın ödemesi gerekecekti.

Tecridin kaldırılmasına gelince, Öcalan’ın kardeşiyle görüşmesi sağlandı ama tecritle kastedilen bu değil, politik tecritti yani talep edilen, Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesi ve görüşme notlarının geçmişte olduğu gibi Kürt hareketinin temel doğrultusunu belirlemesiydi. Burada da herhangi bir somut gelişme yaşanmadı örneğin önümüzdeki günlerde avukatları Öcalan’la görüşmek istediklerinde kendilerine “koster bozuk” denip denmeyeceğini halen bilemiyoruz.

Bu üç başlıkta yaşananlara bakarak şunu söylemek mümkün görünüyor: Kürt sorununda yetmiş gün önce durum neyse şimdi de büyük ölçüde o, radikal bir değişiklik yok. Taraflar karşılıklı olarak pozisyonlarını koruyorlar. AKP’nin siyasal ve toplumsal meşruiyetinde herhangi bir azalma söz konusu olmadığı gibi, Kürt hareketi de gerçek bir kırılma yaratabilmiş ve devleti masaya oturtacak bir başarıya ulaşabilmiş değil.

Yine de grevler bağlamında bir tür “gizli gündem”den söz etmek ve o bağlamda Kürt hareketinin elde etmiş olduğu kazanımlardan söz etmek mümkün. Bunlardan ilki, bir buçuk yıllık tecride rağmen Öcalan’ın liderliğinin halen tartışılmaz bir nitelik taşıdığının gösterilmiş olması ve belki de böylelikle müzakerelere yeniden başlanmasının sağlanması ikincisi ise, grevin Kürt halkının önemlice bir bölümünü mobilize etmesi ve böylelikle KCK operasyonlarıyla yitirilen kadroların yenilenmesi imkânının elde edilmesi.

Açlık grevlerinin bilançosu, kuşkusuz ki Kürt hareketi tarafından da çıkarılacaktır. Bu yazı bağlamında benim değinmek istediğim ana mesele ise bu grevlerin aynı zamanda bir toplumsal muhalefet dinamiği olarak Kürt hareketinin sınırlarını da göstermiş olması.

Hareketin hem kendinden hem de Türkiye siyasetinden kaynaklanan kısıtları var ve bunlar onun eylemliliğinin de gücünün de sınırlarını belirliyor. Hareketin çubuğu ister istemez Kürtlerin ulusal statüleri meselesine bükmesi, yani ulusal karakterinin baskınlığı, bu nedenle de toplumun geri kalanıyla sınırlı düzeyde bir temas kurabilmesi, esas belirleyici ismin, yani Öcalan’ın cezaevinde olması ve devletle yaptığı görüşmeler, bölgede İslamcılığın, tarikatların ve cemaatlerin hayli güçlü olması, AKP’nin Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümü için muteber bir parti olmaya devam etmesi, silahlı mücadelede kesin bir askeri üstünlük elde edilmesinin imkânsızlığı gibi sayısız kısıttan söz etmek mümkün.

Tam da bu nedenle, tam da bu kısıtlardan kaynaklı bir şekilde, Kürt sorunu başlığında açlık grevleri üzerinden tarihte ilk kez gerçek bir toplumsal kırılma yaratma olasılığı ortaya çıkmış ve iktidar ilk kez bu kadar sıkışmış durumdayken, soruna dair mevcut statükoyu sarsmayan, radikal bir değişikliğe/dönüşüme yol açmayan, düşük yoğunluklu bir uzlaşmayla eylemler sona erdirildi. Bir yanlış anlaşılmaya yol açmamak için belirtmem gerekiyor: Açlık grevleri devam etmeliydi demiyorum, sadece bir tespit yapıyorum.

Kürt hareketiyle birlikte diğer bir muhalefet dinamiğini oluşturan Kemalizmin/cumhuriyetçiliğin de tıpkı Kürt hareketi gibi kısıtları var. 29 Ekim Ulus eylemi ve 10 Kasım’daki Anıtkabir ziyaretinin sahici bir politik direnç biriktirdiğini ve sonraki günlere sahici bir şeyler devrettiğini söylemek şu an itibariyle çok zor. Bu eylemlerin, birinci cumhuriyetin ruhunu kutsamaktan ibaret apolitik birer nostalji müsameresine dönüşmesi ihtimali ise hayli fazla.

Peki niye? Çünkü Kemalist kitlelerin çok büyük bir bölümü ehven-i şer diye olsa bile bir siyasal akla sahip olduğunu söylemenin zor göründüğü CHP’yi desteklemeye devam ediyorlar, laiklik ve aydınlanmanın sınıfsal niteliğini fark etmenin son derece uzağındalar ve dolayısıyla cumhuriyet savunusu ile emek mücadelesi arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramıyorlar, Kürt sorunu başlığında ise düşmanca bir tutumdan vazgeçmiyor ve Kürt hareketinin adını ABD ve AKP’yle yan yana yazmaya devam ediyorlar. Örneğin bugün bir idam referandumu yapılsa, cumhuriyetçilerin önemlice bir bölümünün, “terörle mücadele” adına “idama evet” diyeceğini tahmin edebiliriz, politik algılarını bu bakış açısı belirliyor çünkü.

Bu kısıtları aşmanın bir yolu yok mu? Kuşkusuz var. Kürt hareketinin, Kürtlerin ulusal statü taleplerini dışlamaksızın daha Türkiye’li bir siyaset yapmanın imkânlarını düşünmesi, bunun üzerine kafa yorması lazım. Kemalistlerin ise yıkılmış bir cumhuriyetin anısını yaşatmaktan vazgeçmesi ve yeni bir cumhuriyet için yola koyulması ve Kürt aydınlanması ile bir ittifak tesis edilmesi zorunluluğunun farkına varması gerekiyor. Bu söylediklerim ise aynı zamanda tarafların asgari düzeyde bile olsa bir diyaloga girişmelerini zorunlu kılıyor. Bunun mümkün olabilmesi için ise Türkiye solunun güçlenmesi, üçüncü bir tarz-ı siyaset, üçüncü bir muhalefet dinamiği olarak siyaset sahnesindeki yerini alması ve sürece müdahil olması gibi bir mecburiyet var, esas koşulu bu teşkil ediyor.

“Söylemesi kolay” denilecektir. Doğru, söylemesi kolay ve yapması, gerçekleştirmesi zor. Zor ama imkânsız değil. “İmkânsız” deniliyorsa, siyasetten de siyasal faaliyetten de söz etmenin bir anlamı yok zaten.


Okurlara Not: 2009’dan beri süren soL yazılarını burada noktalıyorum. Yazma faaliyetine bir son vermediğime göre soL okurlarına “elveda” değil, “görüşmek üzere” demem gerekiyor. Görüşmek üzere.