Kürt Sorununa Abdülhamitçi Çözüm

İmralı görüşmelerinin basında yayınlanan tutanaklarına / notlarına dair tartışmaların belirli bir doygunluğa ulaştığı düşünülebilir. Gerçekten de bu kısa metin haftalardır ülke siyasetinin en çok konuşulan konularından biri olmayı sürdürüyor. Ancak o notlardaki bazı noktaların atlandığını ya da en iyi ihtimalle yeterince tartışılmadığını söylemek mümkün.

Notlarda Abdullah Öcalan’ın kullandığı öne sürülen bir dizi Ermeni ve Yahudi karşıtı ifade var. Yahudi karşıtı ifadeler Türkiye toplumunda yaygın olarak görülen bildik anti-Semitik öğelerin benimsenmesi ve komplo teorileriyle iç içe geçmesi olarak görülebilir. Ancak Türk, Kürt ve Ermenilerin Anadolu’nun doğusundaki uzun ve gergin tarihi düşünüldüğünde Öcalan’ın Ermeniler hakkındaki sözleri özellikle önem kazanıyor. Üstelik bu sözlerin Kürt meselesine bir çözümün konuşulmakta olduğu ve hükumetin en azından görünüşte bu amaçla Öcalan’la görüşmeler yaptığı bir döneme denk gelmesi daha da ilginç bir durum ortaya çıkarıyor.

Öcalan’ın bu sözleri üzerine dikkatli -belki biraz fazla dikkatli- bir eleştiri notu (http://fotibenlisoy.tumblr.com/ ) yazan Foti Benlisoy, “Barış, Abdülhamid’in “İslam anasırının birliğini” andıran bu imaların işaret ettiği zeminde gerçekleşebilir mi, gerçekleşirse sağlam bir temeli olur mu?” diyerek çok önemli bir noktaya işaret etti. Selçuk Candansayar benzer bir kaygıyı tutanaklar yayınlanmadan önce dile getirmişti. (http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1359971301&year=2013&...).

Gerçekten de görüşme notlarında birkaç kere gayrı Müslimleri toptancı bir dille yeren ifadeler geçiyor. Hatta bir yerde Öcalan “Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi ” diyerek doğrudan Abdülhamit’i anıyor, elbette olumlu bir şekilde. Yani en azından notlara yansıdığı haliyle Öcalan’ın kafasındaki çözümde Abdülhamitçi modele yakınsayan unsurlar var.

Peki, II. Abdülhamit’in siyasi projesi neydi? Sıkça sanıldığının aksine Abdülhamit Pan-İslamizm temelli agresif bir dış politika izlememişti. Daha ziyade imparatorluğun bekasını sağlamaya yönelik ihtiyatlı bir politikayı tercih etmişti. Bu politikaya paralel olarak içeride de rejimini imparatorluğun Sünni öğelerine yaslayarak sağlamlaştırmaya çalışmıştı. Bu çabanın iki ayağı vardı: İmparatorluktaki Sünnilerin siyasi birliğini, ya da en azından mümkün olduğunca yakınlaşmalarını sağlamak ve Sünni unsurun Tanzimat reformlarıyla birlikte aşınan üstünlüğünü yeniden tesis etmek.

Bu amaçla bir dizi siyaset geliştiren Abdülhamit, Kürtlere yönelik siyasetinin temel amacı olarak Hamidiye Alayları’nı kullanmıştı. 1891’de start verilen Hamidiye Alayları, Sünni Kürt aşiretlerinden ordu emir-komuta zincirinin dışında, doğrudan sultana bağlı yarı düzenli ordu birlikleri oluşturulmasına dayanıyordu. Aşiretler Abdülhamit’e sadakatin yanısıra Rusya’ya, Ermenilere ve kimi yerel öğelere karşı kullanılabilecek askeri güç sağlarken, devlet de onlara para, askeri eğitim, silah ve resmi statü veriyordu. Sayıları 57’e ve asker sayıları da 50 bine kadar çıkan alaylar Doğu Anadolu’da felakete yol açtı. Sıklıkla (Y)ezidilere, Alevi Kürtlere ve zaman zaman da Hamidiye olmayan Sünni aşiretlere saldıran alayların asıl yıkıcı etkileri Ermenilere karşı görüldü. İmparatorluğu sarsan 1895-96 katliamlarında Hamidiye askerleri de yer aldı alaylar özellikle kırsal bölgelerde binlerce Ermeni’nin öldürülmesine etkin olarak katılmıştı.

1908 Devrimi’nin baş aktörü olan İttihat ve Terakki, Sünnilerin birliğine ve üstünlüğüne dayalı bu millet oluşturma projesini bir kenara bıraktı ve yerine imparatorluğun tüm unsurlarının vatandaşlık bağıyla devlete bağlanmasına dayanan liberal-anayasacı bir projeyi uygulamaya koydu. Ama İttihat ve Terakki iktidarı da I. Dünya Savaşı’yla birlikte ve bir dizi karmaşık etmenin etkisiyle dinsel birliğe dayanan projeye geri döndü. Savaşla birlikte artık Arapların yolu kesin olarak ayrıldığı için Abdülhamitçi proje artık Türklerin, Kürtlerin ve diğer daha küçük Sünni grupların din ve mezhep ortaklığı üzerinden ve elbette Türk kimliği altında bir arada tutulması hedefine doğru daraltılmıştı.

Aslında Cumhuriyet rejimi de ana hatlarıyla projeyi devraldı. Yunanistan’la gerçekleştirilen nüfus mübadelesinin din üzerinden yapılması, yani Müslüman olan ama Türk olmayan kişilerin ülkeye kabul edilip, Türkçe konuşan ama Müslüman olmayanların zorla gönderilmesi bunun en açık göstergesiydi.
Yani, İmralı görüşme notlarında şahit olduğumuz fikir, yani Türk ve Kürtlerin Ermeni, Rum ve Yahudilere karşı birleşmesi fikri geç Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine hiç yabancı değil. Azınlık karşıtlığı tescilli olan ve Kürt meselesini din ekseninde çözme niyetini defalarca ifade etmiş bulunan AKP iktidarının bu fikre çok sıcak bakacağını tahmin etmek de zor değil. Hükumet rejimin demokratikleşmesi konusunda parmağını kaldırmaya bile niyeti olmadığını kanıtlamış ve Abdülhamit’in yerini alacak otoriter tek adamımız da mevcut olduğuna göre, geriye sadece bu Sünni kardeşliği projesinin yeni anayasaya eklenecek bir iki müphem ifadeyle süslenip yumuşatılması kalıyor.

Abdülhamit’in büyük felaketler pahasına tasarladığı ve uyguladığı, İttihat ve Terakki’nin önce vazgeçip sonra tekrar uygulamaya koyduğu, laik Cumhuriyet rejiminin devraldığı Sünnilerin birliğinden ulus inşası projesi, Türk milletine diğer Sünni unsurları ve tabii ki Kürtleri din üzerinden dâhil etmeye dayanıyordu. Şimdi siyasal iktidar bu projeyi ‘çözüm süreci’ adı altında yeniden sahaya sürüyor bunun üzerinden liderinin başkanlık arzusunu da yerine getirmeye çalışıyor. Sünni birliği projesine de bunun başkanlık hayalleriyle aynı pakette birleştirilmesine de getirilebilecek sayısız eleştiri var. Ama sorulması gereken soru esasen basit: İktidarın ‘çözüm sürecinin’ başarılı olduğu bir Türkiye’de Sünni makbul vatandaşlardan başkasına yer olacak mı?