Milliyetçilik öldü mü?

Geçen hafta portalda yazdığım yazı üstüne kimi sorular aldım.

Aslında köşe yazısı boyutunu aşan bu konuyu ilk kez dile getiriyor değilim. Yine aşağı yukarı bu düzeyde değinip geçtiğimi hatırlıyorum. Demek ki, artık biraz daha elle tutulur derinlikte yazmanın zamanı gelmiş...

Ne yazık ki, yeri şimdi bugün burası değil. Ama sözüm olsun...

Zamanı gelmiş, dememin tek nedeni sorular değil. Bana sorarsanız, sermaye sınıfı 20. yüzyıl sonlarında milliyetçiliği ana ideolojisi olmaktan çıkarttı.

Büyük Fransız Devrimi'ne tarihleyeceksek milliyetçiliğin egemenliği elinde tuttuğu 200 yıllık bir çağ yaşanmış ve esas itibariyle kapanmış oldu.

Bu dönemeçten bugüne geçen süre çok değil. Ama konuyu derinlemesine tartışmaya çoktan başlamış olmamız gerekir.

Zamanı gelmiş, dememin nedeni bu tartışmanın hiç yapılmamış olması değil. Tartışma yapıldı, ama ya sermaye düzeninin yeni piyasaya sürdüğü küreselleşmeci ideoloji veri alınarak, ya da bu saldırıya karşı savunmacı bir konumdan 200 yıla sahip çıkılarak... Böyle oluşturulan iki referans kümesinin dışında bir üçüncüsü olabilirdi pekala. Eğer, Sovyetler Birliği'nin insanlığa sunduğu yeni birlik modeli ayakta olsaydı. Olmadı. Yeni Latin Amerika deneyleri model alınabilmek için henüz olgun değiller. Üstelik Avrupa'ya uzak düşüyorlar.

Ve sonuncu olarak dünya krizi neo-liberalizmin inandırıcılığına darbe indirdi. Onun parçası olan küreselleşmeci retorik de bundan payını aldı. Ancak kapitalizm hızlı bir dönüşle eski modelleri canlandırmaya yönelmedi. Sadece ekonomik kriz değil düşünsel kriz de sürüyor.

* * *

Marksizm ideolojileri birer üstyapı kurumu olarak açıkladı ve bu sayede milliyetçilik ve ulus kategorisini kapitalizmle birlikte anlamlandırmak mümkün hale geldi. Sermaye grupları pazarlarını tanımlamak ve kurmak zorundaydılar.

Pazar ile ulus arasındaki bağ, liberalizm ve milliyetçiliğin kardeşliğini aydınlatır.

Ama kapitalizm rasyonel, uyumlu, tutarlı olamaz ki! Ulus kurguları kimi topluluklar için caiz, kimileri için günahtı. Fransız dili ve Fransızlar yükselirken, Oksitanlar batmalıydı. Denizaşırı sömürge halklardansa hiç söz etmeyelim!

Aynı değer kimilerine haktı, kimilerine yasak. Bu durum etik olarak açıklanamaz.

İç tutarsızlık ancak emperyalizmle birlikte belirginleşmiş, üstü örtülemez, mazur gösterilemez olmuştur. Kapitalizmin kesinkes bir dünya sistemi halini alması, belli başlı kapitalist devletlerin paylaşım savaşına tutuşması, paylaşılan coğrafyaları hiç olmadıkları kadar görünür kılmıştır. Üstelik, ulus, milliyetçilik, aydınlanma, modernleşme, demokrasi, devrim kavram ve kategorileri birbirlerine eşlik eder. Bunları bazı halklara yasaklamak bir noktadan sonra imkansızdır, işlemez.

Hele tabloya 1917 Devrimi eklenince, uluslaşma kendini doğuran emperyalist-kapitalist sistemden kopuş boyutu kazanacaktı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı yükselen ABD emperyalizminin paylaşım argümanı olarak formüle edilmişti, ama hayli uzun süre bir leninist taktik olarak işlev görecekti. Ezilen uluslarla, ulusu icat eden sermaye egemenliğinin arasına kara kedi girdi

* * *

Sovyetler Birliği, çok uluslu, bir ulusun diğerini asimile etme kaygısının güdülmediği, ekonomiden kültüre kadar her düzlemde gelişmişlik derecesini veri almak anlamında gerçekçi, ve bunun ötesinde alabildiğine eşitlikçi bir denemedir. Yarım kalmasına karşın bu denemenin geleceğe çok sözü var. Sovyetlerin perde indirmesi de insanlığa büyük zarar verdi.

Dünya kapitalizmi küreselleşme diye bir şey icat eder etmez, ezilen halkların veya ulusların yanıtı “ver elini kozmopolitizm” olmadı apar topar. Ama bu dinamikler hızla yüzlerini soldan sağa çevirmeye, emperyalizmin denetimi altına girmeye başlamışlardır. Bu bir.

İkincisi, eşzamanlı olarak, 1970'lerde tökezlemeye başlayan sermaye egemenliği yerleşik emperyalist hegemonyanın ötesinde bir şeylere açlık çeker oldu: Bağımlılığı ister istemez kısıtlayan bir tanım olarak Ulus kategorisi iyiden iyiye önemsizleştirilebilir miydi? Ulusal hukuklar yok edilmeli, uluslararası sermayeye konan gümrük ve sınır engelleri yıkılmalı, bunları koruyan devlet erki sınırlanmalıydı.

Üstelik ulus-devletlerin gücü kamusal alanın genişliğiyle paralel. Düşmekte olan kâr oranlarını toparlamak için suyun, yolun, sağlığın, eğitimin satılabilmesi, sosyal güvenlik sistemlerinin havaya uçurulması, kentlerin pazarlanabilmesi ne iyi olurdu! Küreselleşme, emperyalistlerin mevcut coğrafyayı tanımlı haliyle paylaşmanın ötesinde derinlemesine parçalamaları anlamına geliyordu.

Bunun devamında - üçüncü olarak- parçalanma başladı.

Elbette “küçülen”, hatta parçalananlar merkezdekiler değil, bağımlı toplumlardır. Dünya kapitalist piramidinde erkin merkezde toplanması hız kazanmış, hiyerarşinin aşağıları ulus-devletlerden muz cumhuriyetlerine dönüşmüştür.

Dört reel sosyalizmin çözülüşü sırasında devletler ailesine katılmaya başlayan yeni yetmeler, geleneksel anlamda ulus-devletler değildir. Dünya, özerk ekonomisi, kendine ait sosyal sınıfları, hukuku, yönetim mekanizması olmayan, taşı toprağı bile özelleştirilmiş muz cumhuriyetleriyle dolmuştur! Bu zeminde, toplumu bütünleştirmeyi öngören milliyetçilikten değil atomize eden etnisizmden söz edilebilir ancak. Cemaatlere, feodal parçalanmışlık formuna, kaçınılmaz olarak gerici ideolojilere dönüş!

Post-modern kapitalizmde “ideal” form ulusların toplamından değil, emperyalist merkezler ve lime lime edilmiş bir bağımlılık alanından oluşmaktadır.

* * *

Sermaye sınıfı iki yüz yılın üstüne “pardon” demiş olmaktadır. “Bizim” bildiğimiz ve kendilerinin efsanelerle örttüğü tarihin bütün pislikleri orta yere dökülüyor. Meğer şanlı ulusların tamamı kardeş katliamlarıyla kurulmuş!

Bu itiraflardan sonra bir şey olmamış gibi devam edilebilir mi? Yalnızca yeni oluşan etnik devletler açısından değil, tarihsel olarak oluşmuş orta kuşak bağımlı ülkeler de, hatta emperyalist merkezler de erozyondan paylarını alıyorlar.

Muazzam bir eşitsiz gelişme sahnesinde elbette.

Latin Amerika'da halkçı sosyalizan denemeler eski bağımlı devlet yapısını ve ona denk düşen toplumsal dokuyu rehabilite edemeyeceklerini sezerek ve buna tepki üreterek denemeler yapıyorlar. Solun ve devrimci kitle hareketlerinin köklerinin zayıf olduğu Ortadoğu'da İslamcılık arayışı dejenere ediyor. Rusya ve Çin gibi örnekler çözülme basıncına direnmek için kendilerini emperyalistler arası birinci lige taşımaya çalışıyorlar. Avrupa'nın merkezi bölünmeyi Belçika'da bölünmeyi tartışıyor, ulus formasyonuna örnek gösterilen başka ülkelerde doku seyreliyor.

Sosyalizm burjuva ulus-devletlerin içinde olgunlaştı. Ancak aşacağımız bir yapı da kuşkusuz insanlığın bu parçalanmışlığıdır. Liberalizmin ve milliyetçiliğin dramı sosyalizm alternatifine gönderilen bir davetiyedir.