Sinema bir sıkıntı sanatıdır. Gımılda!

Son zamanlarda sanat üzerine tartışmalarda sıkça verdiğim bir örnek var. Elbette çok tepki çekiyorum. Özellikle entelektüel camia için neredeyse bir hakaret gibi algılanıyor. Hamburger ya da merdivenin “ne”liği ne kadar önemliyse resimin, heykelin ya da sinemanın “ne”liği de o kadar önemli. Yani söylemek istediğim şu: Bir resim ya da heykelin veya filmin kavramsal çerçevesi, mesajları, sanat olup olmadığı başka bir şey, onun “ne” olduğu başka bir şey. Örnekleyeyim: Yeşilçam’da çekilen yüzlerce film “sanat” ya da “auteur” sinema açısından bir şey ifade etmese de bu onun bir otogar kahvesinde ilgiyle izlenmesini belirlemez. Çünkü o bir deneyim olarak, “sıkıntı”nın ya da “zaman”ın bertaraf edilmesi için bile olsa, neşe, hüzün ya da insani duygulanımların südur etmesi için bir ilişki sunar. O filmdeki ideolojik alt metin başka bir şeydir, onun deneyimlenmesi başka bir şey. Biliyorum birçoğumuza aykırı gelebilir bu düşünceler. Ama şunu söylüyorum özetle: Onlarca insan kalkmadan en azından bir saatlerini bir sinema deneyimi ile geçiriyorlar. Seyrettikleri film üzerine tonlarca söylenebilir. İşte zenginliği meşrulaştırıyor, kapitalizm, tüketim toplumu, sınıfsız imtiyazsız bir millet ideolojisini normalleştiriyor, eril aşkı, erkekliği, feodal duyguları yapılandırıyor gibi... Hepsi doğrudur. Bir sürü yorum yapılabilir. Doğrudur! Ama şu ortadadır, insanlar bir film “deneyimi”ni yaşıyorlar. Yadsıyamadığımız bir “ne” olma hali var. Hatta bir örnek daha vereyim iyice kaba olsun: Siz bir çorba yapıyorsunuz. Bu çorbayı sadece belli bir kesimin damak tadına göre ayarlıyorsunuz, sonra diğerleri için çorbadan anlamıyor diyorsunuz. Devam edeyim o zaman: Çorbanın “ne”liği nasıl ortadaysa film denen hayati ve bütün yaşamımıza yayılan, sıkıcı işlerden sonra döndüğümüz evimizde ekranda yansıyan deneyimin “ne”liği de ortadadır.

Basitçe söylemek istediğim şu: Roman, eskrim, kürek, kuantum fiziği, Tarkovski sineması üzerine bir çalışma geniş kitle için bir “ne”lik olmasa da sinema ve film hayati bir “ne”liktir.

Sinema eğer bir sanatsa diğer sanatlardan çok önemli bir farkı var. Öncelikle bedensel olması. Karanlık bir salon, sessizlik ve en azından 90 dakikalık bir zaman, odaklanma ya da dalgınlık hali. Öksürme, kıpırdama, ya da dokunma... Hatta çişin gelmesi. Sinema bir tarafıyla prostat sanatıdır. Biliyorum örnek biraz erkek egemen oldu. Ama çişin gelmesi evrensel bir zorunluluktur. Ve sinema çişe bağlı tek sanattır.

Bütün bunları niye anlatıyorum? Yazılarımı yakından takip edenler belki tahmin etti.

Nuri Bige Ceylan’ın son filmi Kış Uykusu, Cannes’da büyük ödülü aldı. Rekor denilebilecek bir Kültür Bakanlığı desteği alan film, Cannes ödülüyle başarısını perçinledi. Üstüne Yılmaz Güney’i anıştıran yumruklu poz ise mutlu etti bizleri.

Ama şu önemli soru ortada duruyor hâlâ. Bu film geniş kitlelere ulaşabilecek mi? Bana önemli mi bu diyecek olanlar vardır. Cevabım evet önemli olacaktır. Bilge’nin Kış Uykusu filmi de sinemanın “ne”liği düşünüldüğünde geniş kitleler açısından bir cazibe taşımıyor.

Yeni Türkiye sineması son 15 yıldır minimalizm, yavaş kamera, sırttan görüntü fetişizmi ve durgun görüntü üzerinden, kendini sadece kurum desteği, festival ödülü ya da tirajı en çok 20 bin olan (Radikal Gazetesi vb) medya üzerinden “kolay” bir bahar yaşıyor. Elbette “sıkıcılık” ve gişe duvarıyla çarpışarak.

Elimizde kolay bir savunu da oluştu sağolsun. Bu halk Recep İvedik’e layık!

Hayır arkadaşım. Bu halk İvedik’e de muhtaç değil. Ama sen bu “minimalist despotluk” ile onu bir zorunluluğa mahkum edip, oradan bir imtiyaz elde ediyorsa sorun var demektir.

Bu şu anlama gelmiyor elbette. Tarkovski, Godard, Antonioni, Bergman elbette önemlidir. Ama sinemanın tümü değildir. Oysa bu “minimalist ve fotografik despotluk” Türkiye sinemasının tümü olma iddiasında. Üstelik de beğenmediklerinden İvedik’e layık dedikleri insanların vergileri üzerinden.

Sinema çorba gibi hayatidir. Sıkıntıyla baş etmenin ürettiği en büyük mucizedir.

Bugün auteur dediğimiz filmler hâlâ milyonlara ulaşıyor. Taksi Şöforu ya da Güney’in Umut’u hâlâ bir otogarda hüzün ve öfkeyle izlenme potansiyeli taşıyor.
Ne diyoruz, movie. Motor. Ya da o güzel insan Ahmet Uluçay’ın deyimiyle Gımılda!

Yeni Türkiye Sineması kımılda biraz.

Biliyorum terbiyesiz bir yazı oldu. Ama anlayan anladı!

Eğer Tarlabaşı’nda bir perukçuyu anlatıp o perukçu o filmi seyredemiyorsa sorun var demektir. Evet sorun var!