Gaz kokusu değil bu, çürüme kokusu. Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda insanlar çoktan çürümüştü, dondurucu soğuğa rağmen hem de.

Ölüm kokusunda, şiir tadında

Bulabildiğimiz bir-iki aklı başında TV kanalından deprem bölgesinde olup bitenleri izliyoruz. Gidenler koştu gitti halkımızın yarasına tuz basmaya, biz kaldık geride, çaresiziz. Arada malum şahıs çıkınca kapatıyoruz ekranı, körleştiriyoruz çaresizliğimizi. Bunu yapan bir otomat bulunsa halkımız teveccüh gösterir aslında. Kapatması şart değil, “Malum Şahıs Alarmı” da olabilir, kabulümüzdür.

İşte o zorunlu mola anlarından birinde rastladım Ennio Morricone belgeseline. Orkestratör, şef, trompetçi ve çeşitli tarzlarda müzik yazan bir İtalyan besteci Morricone. Sinema ve televizyon için ürettiği yüzlerce eser vesilesiyle tüm zamanların en üretken ve en büyük film bestecisi sayılıyor. Diyor ki belgeselinde, müzik yazmadan önce düşünülmelidir... Ses verince, notaya dökülünce, duyunca ete kemiğe bürünen bir şey için ne düşüneceksin peki? Önünde bir boş sayfa var diyelim, üzerine ilk ne yazacaksın? Kağıttaki o ilk nota hangi düşüncenin ürünü olarak şekillenecek?

Akıl var ama duygu da var yaratıcılıkta, dediğinden anladığım bu. Düşünürken duyacaksın da. İnsanın iki önemli yeteneği. Ama bazen kifayetsiz kalıyor ikisi de. Aptallıklar, ahmaklıklar, hırslar, kötülükler, akılsızlıklar yüzünden 19 bin yurttaşımızı çıkardık enkazın altından. Daha kaç binini çıkarıp uğurlayacağız belli değil. Dondurucu soğukta çürüyen bir ülke görüntüsü bu. Aklını kaybetmiş, duyarsızlaşmış, pis yöneticilerine esir düşmüş bir ülke...

Durduk yazıya. Önümde boş bir kâğıt, ölüler geçiyor önümden, tarifsiz bir koku dolaşıyor her yanda, ne yazacaksın üstüne? O ilk kelime ne olacak “çürüme”den başka?

Kahramanmaraş’ın Dulkadiroğlu ilçesi Pınarbaşı Mahallesi Haydarlı Caddesi 12. Sokak’ta, olmayacak şey, kurtarma ekibi koşup geliyor. Yetkililerin talimatı üzerine, Hicret Kuran Kursu’na ait para kasasını sağ salim çıkarıyor yıkıntılar arasından. Kasa götürüldükten ve kasa kurtarmaya gelen vinç çekildikten bir gün sonra yıkıntıda mahsur kalan birçok kişinin hayatta olduğu öğreniliyor… Geçtik olayın absürtlüğünü, kuran kursunda para kasasının ne işi olur? Çürümeden yola çıkmazsanız açıklamanız imkansızdır.

***

Durduk yazıya, tarifi imkânsız bir koku ortalıkta. “Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…” Hollandalı veya Belçikalı Ressam Pieter Brueghel, “Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı” adlı resminin altına yazmış bunları. Rastgele değildir. Resmi yaparken dışarıda acımasız bir din savaşı vardı ve Brueghel, bu din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun farkındaydı.

Din savaşı varsa yaygın bir körlük de vardır. Brueghel’in en ünlü tablosundan biridir “Körler”… Yaygın adıyla “Körün Kıssası” ya da “Körlerin Yürüyüşü”, 1568'de tamamlanmış. Körler’de şöyledir manzara; Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürümektedir. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkındadır. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzeredir. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkındadır ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamıştır. Gerideki üç kör, birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemektedir... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse yoktur. Ortalıkta bir kilise vardır. Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayinindedir. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemektedir. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyeceklerdir...

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta çağın cilaladığı din ulularını azizlik mertebesinden indirmiş ve halelerini silerek birer köylü suretinde yeniden resmetmiş. Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'deki Farisiler hakkındaki bir söz. İsa, Matta İncilinde, Farisiler hakkında şöyle diyor: “Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer.” Farisiler Hıristiyanlığın ilk yıllarında hüküm sürmüş yaygın Yahudi tarikatlarından biri. Bu bağnaz tarikat, din ile çıkar arasındaki mesafeyi oldukça kısaltmış. Hırslarına tanık olan İsa, onları, “Kutsal yazıları araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarla sonsuz yaşama sahip olacağınızı sanıyorsunuz” diye azarlamış. Çünkü çıkarcılıkları Farisiler kör etmişti ve körler çıkarcı diğer körlerin kılavuzluğuna soyunmuşlardı. İsa Farisileri azarlıyor fakat kendisi de kısa zamanda bir çukur kazıcısına dönüşüyor. Karatıyor yeryüzünü. Uzun Orta Çağ çukuru diyoruz adına, kazıcıları arasındadır.

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu…

***

Hollanda’nın kıyısında bir yerde doğmuştu Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindeydi. Hâlbuki her şey hâlâ derinlemesine dinsel görünmekteydi. Çünkü insan, inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştü ve bir çıkış yolu da gözükmemekteydi. Çıkışsızlık körleştirir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır… O yüzden ilk bakışta gülünçtür tablo ama yüzlere dikkatle baktığınız zaman tüyler ürpertici dramlar çıkar ortaya. Onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır; melekler yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Sanki Türkiye’nin son yirmi yılını resmetmektedir Brueghel. Kendi karanlık mağarasında kör olmayı seçmişler ülkesidir görünen.

Benzerlikler şaşırtıcıdır. Körler’den altı yıl önce yaratmış “Ölümün Zaferi”ni Brueghel. Gördüğümüz tam bir yıkımdır. Dindar ve ahlaksız bir toplumun resmidir bu da. Cesetlerle doludur ortalık, çünkü sağduyu yitirilmiş ve zulüm olağanlaşmıştır. Bu çürümenin sonucudur kara ölüm. Veba hiçbir zaman bir salgın olarak algılanmamıştır zaten. Bu korkunç hastalık tanrının insanların ahlaksızlığına karşı biçtiği ağır bedeldir. Ölümün Zaferi’nde gördüğümüz panoramik bir ölüm peyzajıdır. Gökyüzü yanan şehirlerin dumanıyla kararmıştır. Altındaki denize gemi enkazları dağılmış, kıyıda bir ölüm ordusu toplanmıştır. Her yana ölümün ve yıkımın kokusu sinmiştir. Ölüm, tabut kapaklarından yapılma kalkanlar taşıyan iskeletlerden oluşmuş ordusuyla ilerlemektedir. Bu ordunun önüne kattığı insanlar, elindeki tırpanla insanları öldüren atlı bir iskelet tarafından, üzerinde haç bulunan büyük bir kutunun içine doğru sürülmektedir. İnsanlar çaresizce kaçıp kurtulmaya çalışmaktadır. Ama nafile; ölüm yaşayanı yakalayacaktır!

Gelin görün ki vebanın saldığı ölüm korkusu insanları eskisinden daha ahlaksız ve daha dindar yapmıştır. Zulümden vazgeçmek yerine hastalığı kendilerinden uzak tutacağını umarak önce evsizleri ve dilencileri, sonra Yahudi ve Müslümanları öldürecekler, hastaları ve hasta olduklarından şüphelendiklerini yakacaklardır. Ancak bu zulüm, salgının ayrımsız herkesi telef etmesinin önüne geçemeyecektir. Körseniz düşerseniz, korkaksanız ölürsünüz…Çok tanıdık değil mi? Bakın yeniden o tablolara, Hatay’ı, Maraş’ı, Adıyaman’ı göreceksiniz.

Döndük başa. Salgın, açgözlülük ve yıkım ile yüzleşiyoruz yeniden. Dindar ama ahlaksız bir dönemin içinden geçiyoruz yine. Salgını tanrının gazabı olarak algılayanlar çoğunlukta. Ama ölüm kimsenin kuruntularına aldırmaksızın ilerliyor. Birbirine tutunan körlerin büyük bir çukura düşüşüne tanıklık ediyoruz hep birlikte. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Tanrının değilse tarihin gazabıdır.

Sanatın ve hayatın yüceliği işte burada. Salgın, azizlerin aslında sıradan faniler olduğunu ortaya çıkarır. Ölüm korkusu yüze takılmış maskeleri parçalar, herkesi aslına döndürür. Dönüp tekrar bakın varsılların, muktedirlerin suratlarına. Gerçekte hepsi birer kör keşiştir. Çukurdadır bir ayakları. Para çantalarıyla kasaların savaşının hazin sonudur bu. Çürüyeni düşürür ve kalanı insan olmaya mecbur bırakır. Demek ki ışığa çıkmamız yakındır...

***

“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor, ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…” Ülkü Tamer, Bruegel'in “Karda Avcılar” adlı tablosuna bakarak yazar bunları. Tuhaf, Morricone müziğinin o ilk notası tarif edilmeye kalkışılsa ona bu şiirin o ilk cümlesi denk düşer. “Gökyüzü ayaklarımın ucunda başlıyor…” Onun müziği yeryüzüne galaksilerden bakmaktadır çünkü. Hüzünlü, kederli ama buna rağmen umutvar bir gezegendir gördüğü. Sanatın ve hayatın dediği budur. Umudu kesemeyiz yurdumuzdan öyleyse. Ağzımızın kemiğinde o dağınık şiir tadıyla gökyüzünü fethetmekten vazgeçemeyiz. Yürüyeceğiz, mecburuz, fethedeceğiz gökyüzünü.

***

Gidenler koştu gitti halkımızın yarasına tuz basmaya, biz kaldık geride, çaresiziz. Önümde boş bir kâğıt, ölüler geçiyor önümden. Körler kendi kazdıkları çukura düşüyor birbirlerine tutunarak. Ve bütün ülkeyi saran ağır bir kokuda boğuluyoruz…

Yıkım bölgesinde görevli bir hekim “şehir kokuyor” diye başlıyor sözlerine. Gaz kokusu değil bu, çürüme kokusu. Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda insanlar çoktan çürümüştü, dondurucu soğuğa rağmen hem de. Şehirler kokuyordu. Şehirler kokuyordu… Kangren kokuyordu ülke, ölü kokuyordu.

Ama artık yaşayamayız böyle, izin veremeyiz Farisilere. “Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor, ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…” Yürüyeceğiz, mecburuz, fethedeceğiz gökyüzünü.