'Yoksulluğu ve göçü Avrupalı emperyalistler yaratmıştır, çatışmaların fitilini tutuşturanlar da onlardır. Emperyalizm göçlere ve savaşlara muhtaçtır.'

Kaybedilmiş vatana dönüş

Savaşların ve kitlesel göçlerin içinden geçiyoruz, savaşların ve kitlesel göçlerin oluşturup şekillendirdiği bir ülkede, içine itildiğimiz girdabı çaresizlik içinde izliyoruz. “Geriye itme” göçmenlerin yakalanıp geldiği yere göndermeleri anlamına geliyor, en çok Batı geriye itiyor, yeni terimimizdir. Yakalanan her göçmenle birlikte biz de geriye itiliyoruz. O kadar itildik ki, artık geldiğimiz yerdeyiz. Savaşların ve göçlerin tam ortasındayız. Demek ki itilecek yerimiz kalmamıştır. 

Osmanlı imparatorluğunda iç savaş 1821’de patlamıştı. 1821’de isyan eden Osmanlı Rumları, sonra 1826 “hayırlı olayı” ile Osmanlı Yahudileri pozisyonlarını kaybettiler. Bu iki “kayıp” birbiri ile ilişkilidir. Sonra Rumlar (Fener Beyleri) kazandılar ve bir süre için Osmanlı’nın yönetiminin kendi ellerinde olduğuna inandılar. Yeniden kaybetmeleri için bir yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Modern Türkiye işte bu uzun iç savaşın ve göçlerin içinden çıktı. 

Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde “kıdemli uzman” ve Türkiye Araştırmaları Programı’nın direktörü Soner Çağaptay, ABD için yazılmış ama Türkçeye de çevrilmiş olan “Türk Kimdir?” adlı çalışmasında, bu kimliğin oluşumunda özellikle Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyor. Adı gecen çalışmadan takip ediyoruz; “Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki siyasi uçurum, Balkanlar’daki Hıristiyanların, kendi (Hıristiyan) inançlarını vurgulayarak Müslüman Osmanlı yönetimine direnmesi ile daha da derinleşti. Dolayısıyla müstakbel vatanlarındaki Müslüman mevcudiyeti, Hıristiyan halkları için kabul edilemez bir unsur haline geldi. Bu durum Balkan Müslümanları için oldukça olumsuz sonuçlar doğurdu: balkan milliyetçilikleri, etnik açıdan homojen milli bir vatan yaratmak için Müslümanları yok etmeyi amaçladılar. Bu nedenle 19. yüzyıl boyunca Yunan, Sırp ve Bulgar devletlerinin kurulmasının ardından Türk, Rum, Sırp, Makedon, Boşnak, Bulgar (Pomak), Roman, Arnavut ve Ulah birçok Osmanlı Müslümanı bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin katline maruz kaldı ya da Avrupa veya Anadolu’daki daralan Osmanlı topraklarına sürüldü. Bu olayların demografi yönü muazzamdı.” Demek ki bütün Osmanlı toprakları bir iç savaş alanıdır. Buna bağlı olarak 1821 ile 1921 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslümanının yurtlarından sürüldüğü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş olduğu ileri sürülüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1921’de Anadolu’nun toplam nüfusuna eşittir. Böylece, Anadolu’ya göçen muhacirler için, İslam, kimliklerinin önemli bir parçası olarak ortaya çıktı. Anadolu’da Türkleşme ve Müslümanlaşma bu dış etkinin bir sonucudur. 

Yunan Tarihçi Chrıstos Teazıs ise, “İkincilerin Cumhuriyeti” adlı çalışmasında 1800’lü yıllarda Anadolu’daki nüfus hareketlerinin arka planı hakkında şu bilgileri veriyor: “Türkiye’de kapitalizme girme süreci Tanzimat’la başlamıştır. O dönemde devletin karar mekanizmalarında etkili olan İngilizlere karşı, tarım ve küçük el sanatlarıyla geçinen halk katmanlarında bir tepki oluşmuştu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun öngördüğü reformlarla birlikte Hıristiyanlar Batı Anadolu’daki tarım alanına daha çok ilgi duymaya başladılar. Askerden dönen Türklerin köylerini, köy evlerini tanınmayacak durumda buluyorlardı. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu.” Demek ki, bir yüzyıl içinde, şimdi Anadolu diye tanımlanan coğrafyada yeni bir denklem kurulmuş ve yeni bir üst sınıf ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun hem yeni gelenler hem de yerleşikler için vatan olmasının arkasında işte bu dinamikler vardır. Kaldı ki bütün vatanlar sert çatışmaların ürünüdür. Gelenlerle birlikte Anadolu belki de ilk kez “vatan” olarak kabul görüyordu; göçmenlerin son durağıdır ve gidecek başka yerleri kalmadığından Anadolu yurt olmuştur. Yeni gelenlerin, muhacirlerin, belleğinde Hıristiyanların zulmü henüz tazedir; bir yurt kaybettikleri için bir yurt kazanmaya çalışıyorlardı ve “ötekilere” karşı düşmanlık besliyorlardı.

***

Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”sinin bu iç savaş içinde yazılmış olmasını bir rastlantı sayabilir miyiz? Bulgaristan’ın kaybının destanıdır ve Türk Edebiyatı'nın ilk tiyatro yapıtı olmakla, yeni bir hissiyatın habercisidir. Eserin temsilinde izleyicilerin “galeyana gelerek” başlattıkları gösteri ve olaylar sebebiyle yazarı tutuklanarak Magusa'ya sürülmüştür ve belli ki karşı karşıya olduğumuz şey bir “tiyatro oyunu”ndan öte, bir tarih oyunudur. Yalnız Saray halkı vatanı bilmiyordu ve korkuyordu, dillendirenleri susturmak istediler. Aslı “Vatan”dır, ancak Saray sansürü nedeniyle “Silistre” eklenmişti; Vatan yahut Silistre, Anadolu’da boy veren yeni “vatan”ı haber vermektedir.

Osmanlı Balkanlardan sökülüp atılıyor, Balkanlar’da alan daraldıkça Anadolu’daki muhacirlerin sayısı artıyordu. Yeni gelenler, Hıristiyanlar lehine olan dengeleri yavaşça değiştirdi, düşmanlık her gelenle birlikte arttı. Alman subayların yönlendirmesiyle İttihat ve Terakki son dokunuşu yaptı, Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu mümkün olan en az sayıya indirdi. Anadolu artık Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştı. Tabii söz konusu olan “nominal İslam”dı ve buna Türklüğün bir “alameti farikası” olarak bakılıyordu. Hâlâ öyledir. Burada önemli olan, vatanın ortaya çıkmasında Silistre’nin kaybının etkisini anlamaktır. Biz vatanı kayıpsız ve göçsüz düşünemiyoruz. 

***

İşin başka bir yönü daha var. Osmanlı imparatorluğu güya Türk’tü ama ekonomik açıdan imparatorluk sınırları içinde yaşayan Türkler eziliyordu. “İşçiler ve istifçiler Hıristiyanlardı; Türklerse askerler ve harcayanlar.” “Bozkurt”un yazarı Harold Armstrong, ezilen “Türklerin”, ekonomik problemlerini refah sahiplerini öldürerek çözmeye giriştiğini not ediyor ki, sınıf savaşının ruhuna uygun bir yöntemdir. Demek ki 1800’lü yıllarda başlayan ve bir din savaşı gibi görünen çatışmanın arkasında tanıdık o tarihsel sebep vardır.

Osmanlı'da egemen güç Hıristiyan kökenlilerdi ve onların arkasına da Avrupalı emperyalistler dizilmişlerdi. Bir gün, yoksulların ellerinde ne varsa almaya kalkıştılar; Armstrong’un deyişiyle kıyamet de işte o gün koptu: “Mütarekede Türkler diz çökmüşlerdi. Anadolu Hıristiyan azınlıkların kalıntılarıyla doluydu. Onları eskiden direniş için kışkırtanlar artık dünyanın hâkimi olmuşlardı. Bütün farklı gruplar özgürlüklerini ilan etmişlerdi ve tanınmak istiyorlardı. Barış Konferansı da onların taleplerini dinlemeye hazırdı. Onlara oldukça faydalı müttefikler gözüyle bakıyorlardı. Türklerin sonun geldiğine inanıyorlardı. Türklere hakaret ediliyordu. İngiliz Elçiliği’nde, önceki hatalarını düzeltmek için bir Ermeni-Rum bölümü kurulmuştu. Yunanistanlı Yunanlılar, Anadolu’ya Müttefiklerin polisleri olarak gönderilmişti. Osmanlı Rumları da İngiliz Elçiliği’ne intikam istediklerini açıkladılar ve Helenik birliklerini katlettiler. Gerçek dışı iddialarda bulundular. Piskopos ve Trabzon halkı bir Pontus Devleti talep ediyordu. Ermeniler yeni ülkelerinin Karadeniz’den Akdeniz’e uzandığını ve 400.000 mil kare olduğunu iddia ettiler Müttefiklerin bu bölgeden bütün Müslümanları çıkartmasını talep ettiler.” Anadolu’daki o büyük trajedilerin fitili işte böyle tutuşturuldu. İç savaşın son hamlesi için artık alan hazırdı. “Bütün bu değişiklikler ve milletlerin ateşli çalışmaları esnasında, Müslümanlar ve Hıristiyanlar en zalim yanlarını gösterdiler. Hangi taraf üstün gelirse diğerini katlediyordu. Bağımsızlık ayaklanması sırasında Yunanlılar Mora’daki Türkleri öldürdüler. 1917’de Türkler Yunanlıları katlettiler. 1919’da Yunanlılar İzmir’e misilleme yaptılar ve 1920’de ve 1921’de, 1922’de Türkler intikamlarını alarak, Osmanlı Rumlarını silip süpürdüler. 1915’te Türkler Ermenileri katlettiler. 1916’da Hıristiyan Ermeni İntikam Ordusu Ruslarla birlikte gelerek, Van’daki bütün Müslümanları öldürdüler; bu sırada saygın müttefiklerimiz olan Ruslar da Revandüz’deki bütün Müslümanları öldürdüler. Bu liste uzatılabilir. Dışarıdan gelen müdahalelerin sonucu bu vahşetin arması olmuştur.” İngiliz görevli Armstrong, “Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı durum çok daha iyi olurdu” diyor ki kesinlikle haklıdır.

Yoksulluğu ve göçü Avrupalı emperyalistler yaratmıştır, çatışmaların fitilini tutuşturanlar da onlardır. Emperyalizm göçlere ve savaşlara muhtaçtır. 

***

Döndük başa. Geriye itildiğimiz yerden bakıyoruz. Afganistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de savaşı onlar çıkardı. Savaş çıkardıkları ülkelerin kaynaklarını yağmaladılar, işbirlikçi iktidarlara yolu açtılar. Sonra onların çıkardığı savaşlardan ve onların yarattığı yoksulluktan kaçanlar Avrupa’ya gelmesin diye Avrupa sınırına avrolarıyla, geri kabul anlaşması dedikleri utanç verici geçilmez bir duvar ördüler. 

Göç gereklidir, göçmenler artık modern kölelerdir, etinden patronlar, sütünden ırkçılar beslenir. Yüzyıllık iç savaşla oluşmuş bir ülkenin sınırlarını bu nedenle belirsizleştirdiler. Artık biliyoruz, sınır belirsizleşince göç olur, işgal olur ve tabii savaş çıkar. Yeni ülkeler fethedeceğim sanırsınız, bir de bakmışsınız ülkeniz ellerinizden kayıp gitmiş!

Savaş ve göç, Avrupa merkezli kapitalizmin 18. ve 19. yüzyıllardaki sömürgecilik ve kolonileşme hareketinin yeni halidir. Kapitalizm bir çöküşe doğru yuvarlanıyor hızla. Tutunabilmek için dünyanın geri kalanını ve onlarla birlikte kaçanları geri itmeye mecburdurlar. Yoksulları, göçmenleri, sığınmacıları, tabii laikliği ve cumhuriyeti geri ittiler. Monarşist eğilimler yükseliyor, din geri döndü, kölecilik dirildi. Gücünü servetinden alan yeni aristokratlar sınıfı fink atıyor ortalıkta. 

Bizim cumhuriyetimiz de böyle yıkıldı. Cumhuriyet yıkılınca kendimize çakma bir Abdülhamit, cahil bir şeyhülislam bulduk, devlet yeniden “Avrupa’nın hasta adamı” olmuştur. Elçilik kapılarında güç ve iktidar dileniyor yönetenlerimiz; Anayasa rafta, istibdat yürürlükte. 

Göçsüz, göçmensiz olmazdı tabii. Tarihimizin cilvesidir, biz, vatanı kayıpsız ve göçsüz düşünemiyoruz. Hızla kaybediyoruz ve hızla “vatan”a yaklaşıyoruz.