Melankolinin pastel hali: Aşk

Spike Jonze’un son filmi Aşk (Her), melankoli ve teknofobiye yeni açılımlar getiriyor. Film, aşktan çok daha fazlasını içeriyor. Bir başyapıt olmasa da alışılageldik sınırları zorlayan film, en iyi film ve senaryo başta olmak üzere beş dalda Oscar adayı...

Selin Süar - Onur Keşaplı

Türkiye’de “Aşk” adıyla Sevgililer Günü’nde gösterime girerek, ticari kaygıların dayanılmaz hafifliğini hissettiren, en iyi film ve senaryo başta olmak üzere beş dalda Oscar adayı olan “Her”, yakın dönem ABD sinemasının, kimilerince “auteur” olarak da anılan yönetmenlerinden Spike Jonze’un son filmi. Yönetmenliğe video alanında başlayan ve “kısa film öğrenci işidir” yanılgısının aksine hâlâ daha kısa metraj çalışmalarını da yürüten Jonze, 1999’da çektiği ilk uzun metrajı “John Malkovich Olmak” ile fantastik türe, benzerine az rastlanan bir psikolojik gerçeklik katarak tıkanan ülke sinemasına getirdiği solukla dikkat çekmişti. İkinci uzun metrajı “Tersyüz” ile sinemaya uyarlanması zor bir yapıtı seyri alışılmadık bir biçimle yönettikten sonra, 2009 yapımı “Arkadaşım Canavar” ile yine bir uyarlamayla, bu kez fantastik bir aile filmine imza atan yönetmen, senaryosunu da yazdığı “Aşk” ile melankoli ve teknofobi gibi Hollywood’un sıkça başvurduğu iki alt metne aykırı bir yaklaşım getiriyor.

Teknofobiyi aşmak
Yakın gelecekte geçen filmin ana karakteri, günümüzde bile nostaljiyi çağrıştıran mektup yazma geleneğini teknolojik olarak yerine getiren bir şirketin mektup yazarı. Başarısız bir evlilik yaşamış ancak eşini unutamadığı için resmi işlemleri geciktiren, duygusal olarak kendisini boşlukta ve yalnız hisseden karakterin, işi gereği tüm müşterilerinin ağzından duygu dolu mektuplar yazabiliyor oluşu ise filmin çatışmalarından biri. Fakat asıl çatışma, ana karakterin yeni geliştirilen bir yazılımı kurması ve Samantha adını verdiği bu simülasyonla arkadaşlıktan aşka evrilen ilişki kurmasıyla beliriyor. Yakın geçmişte “Simone” filmiyle benzerini gördüğümüz insanlar arası ilişkilerin yerini alan simülasyonlar, aslında “Frankestein”dan “Terminatör” ve “Matrix”e uzanan geniş bir skaladaki teknolojik gelişmelere korku ve şüpheyle yaklaşan zihniyetin dışavurumu. Bu filmlerde teknolojik gelişmeler sonucunda özünü yitiren insanoğlu, belli bir yıkım sonrası yaşadığı aydınlanmayla insanlığın değerini hatırlıyordu.

Umutlu bir melankoli
ABD sinemasında bu damara karşı teknolojik gelişmeleri olumlayan örnekler olmadığı için, dünyasının kontrolünü makinelere kaptıran insanlığın irili ufaklı öykülerinin, dönüp dolaşıp muhafazakar algıyı beslediğini söylebiliriz. Spike Jonze ise “Aşk” ile bu tonun tam tersi olmasa bile karşısında yer alabilecek bir içerik ortaya koyuyor.

Filmde teknolojiye karşı net bir tavır yok. Aksine modern çağın, bireyi içine soktuğu yalnızlığa karşı hissettiği sorumlulukla ürettilen ve bu yalnızlığı ortadan kaldıracak, duyarlı ve içten bir teknoloji var karşımızda. Hatta film, yazılımları bir nevi azınlık olarak konumlandırıyor ve onlarla kurulan ilişkilere soğuk bakanlara karşı, izleyicide olumsuz bir mesafe yaratmayı amaçlıyor. “Aşk”ın teknofobiden en keskin ayrımı ise filmin sonunda, ana karakter özelinde insanlığın kendi mistik özünü hatırlayıp buna dönüş yapmasına dair bir klişeye başvurmaması. Bu doğrultuda ilişkideki kontrolün Samantha’ya geçişi, endişe gerektirmeyen bir sıradanlık olarak veriliyor.

Filmin Spike Jonze işi olduğunu kanıtlayan diyaloglar ve türler/temalar arası sınırları aşan içeriksel yapısı, sanat ve görüntü yönetiminin dokunuşlarıyla içeriği tamamlayan özgün bir atmosfer kazanıyor. Özellikle Orta Çağ’da “kara safra” olarak nitelendirilen melankolinin kasvetine karşın filmin ışık ve ton tercihleri, kostüm ve eşyalarla birlikte sıcak ve hatta pastel renklerde seyrediyor.

İzleyiciye bir an olsun karamsarlık vermeyen bir melankoliden söz edebiliyorsak bunda filmin sanat ve görüntü yönetmenlerinin tercihleri yatıyor. İçeriksel olaraksa melankolik alt metnin vazgeçilmezlerinden olan ve sıkça sömürülen, bir kişiye, bir şehre veda edememe ya da bir süreci sonlandıramama sorunsalı “Aşk”ta aşılıyor ve bu kırılma hüzünden çok umut taşıyor.

Dikkat çekici bir diğer nokta ise kostümlerin daha da eskiye giderek geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısına uzanması. “Aşk”ın yakın geleceğinde somutlaşan mektup yazma nostaljisinin, moda sahasında da karşılığını bulması günümüzdeki sürümleri düşünüldüğünde gerçekçi bir öngörü. Bu açıdan film, insanlığın içine düştüğü biçimsel tıkanıklığı sinemasal illüzyonla aşmaya alışmış bilimkurgu türünü de gerçekçi bir seviyeye çekiyor.

Aşktan çok daha fazlasını içeren film, bir başyapıt olmasa da alışılageldik sınırları zorlamasıyla önem kazanıyor. Spike Jonze’un sinematografisini ve özellikle teknoloji-insan çatışmasına dair yumuşak dokunuşlarını merak eden sinemaseverler, yönetmenin önceki çalışmalarına ve özellike 2010 tarihli kısa filmi “Ben Buradayım”a göz atabilirler.