AKP’nin yükseliş ve çöküş hikayesi II: Yeni Amerikan Yüzyılı, BOP ve AKP

Sovyet sonrası yeni düşmanı radikal İslam olarak tarif eden ABD, ılımlı-uyumlu İslam’ı müttefik kabul ederek, Ortadoğu’da BOP adını verdiği kapsamlı bir statüko dönüşümünü içeren projeyi hayata geçirmeye niyetlendi. Bu projede Türkiye’ye, ABD’nin bölgedeki “model ülkesi” rolü biçilerek Truva atı görevi verildi.

Volkan Algan - soL

AKP’nin yükseliş ve çöküş hikayesi - II: Yeni Amerikan Yüzyılı, BOP ve AKP

AKP’nin iktidara gelişinin, ABD’nin Ortadoğu’da Sovyetler sonrası için kurguladığı yeni hegemonya modeli ile doğrudan ilişkisi var demiştik dünkü bölümde. Bugün bu nokta üzerinde duracağız. Söz konusu Türkiye gibi ABD’ye göbekten bağlı bir ülke olunca, bu ülkenin her şeyi olmasa bile önemli bir belirleyen olduğunu kabul etmeden yapılacak bir Türkiye analizi eksik kalacağından, bu noktayı dikkatlice incelemek lazım.

Zamanı gelen tehlikeli fikirler
1997 yılında iki önemli yeni muhafazakar (neocon) lider William Kristol ve Robert Kagan’ın merkezinde durduğu ABD’li bir think-thank tarafından ortaya atılan PNAC’ın (Project for the New American Century-Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) İlkeler Bildirgesi’ne (1) göre Clinton yönetimi, ülkenin hegemonik gücünü tehlikeye atan bir dış politika izliyordu. PNAC’a göre ABD askeri harcamalarını artırmalı, müdahaleci bir dış politika izlenmeli, özellikle Sovyet sonrası dünyada küresel sorumluluğun farkında olarak dünya liderliği pozisyonunun hakkını vermeliydi.

Aslında neoconlar bu fikirleri uzun zamandır savunuyor, Reagan’ın Soğuk Savaş döneminin saldırgan dış politikasını model alıyorlardı. Ancak Sovyetler’in dağılması sonrasında ABD’nin askeri kaynaklarını azaltma ve daha az müdahaleci, içe dönük bir pozisyonda durma yönünde bir eğilim ortaya çıkınca, kendilerine duyulan ihtiyacın azaldığı görüşü hakim oldu. Baba Bush döneminde yaşanan Körfez müdahalesini ve ABD açısından ortaya çıkardığı vahim sonuçları tereddüt döneminin kendini hatırlatma hamlelerinden biri olarak da sayarsak, 90’lı yıllarda ABD’nin Sovyet sonrası dünyaya hızlı uyum sağlayacak kıvraklığı gösteremediği, dış politikada bir cüret-tereddüt salınımı yaşadığı söylenebilir.(2)

Bir süre için gözden düşmelerine rağmen neoconlar bu süre boyunca fikirlerini ısrarla savunmaya devam ederken, oğul Bush döneminde yaşanan 11 Eylül saldırıları ile sahne sırası kendilerine geldi. Bush dönemindeki neocon iktidarı, Soğuk Savaş sonrası yeni düşmanı da artık rahatça tarif ediyordu: İslami terör. Ortadoğu’dan başlamak üzere ABD’nin saldırıları dünyayı bu “azılı düşman”dan korumakla gerekçelendirilecek, teröre destek verdiği söylenen ve diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi götürülmesi bahanesi ile bölgedeki ABD hegemonyası yeniden tesis edilecekti. AKP’nin iktidara geldiği yıllarda Afganistan ve Irak’a yapılan emperyalist saldırının arka planında bu perspektif yatıyordu.

Geçtiğimiz bölümde 90’ların Türkiye açısından bir istikrarsızlık ve Sovyet sonrası döneme uyum sağlama yılları olduğunu, bunun sancılarını, 28 Şubat müdahalesinin de bu anlamda bir “restorasyon çabası”nın en görünür yüzü olduğunu anlatmıştık. Burada yaptığımız giriş, bu sürecin ABD cephesine kısa bir göz atmak oldu. Şimdi 90’ların ABD için de benzer bir uyum sağlama dönemi olduğunu görebiliyoruz.

AKP’nin en büyük şansı, ABD’nin Sovyet sonrasına uyum sancısı yaşadığı çekingen saldırganlık sürecini aşıp, proaktif bir dış politikaya karar verdiği neocon iktidarı yıllarında iktidara gelmesi oldu. ABD’nin saldırgan bir dış politikayla Ortadoğu başta olmak üzere müdahaleci bir siyaset ile “dünya liderliğinin hakkını yerine getirme”ye karar verdiği yıllarda AKP, bu ülkenin Ortadoğu’daki ortağı olma rolüne büyük bir hevesle soyundu.

Hevesli ortak AKP
Son günlerde Erdoğan’ın ABD büyükelçisini hedef gösteren açıklamalarına, gözden çıkarıldığını fark ettiği için düştüğü hezeyan olarak bakmakta bir sakınca yok. Bu pozisyonunu devam ettirmesi ise mümkün değil. Her şeyden önce ABD bu zokayı yutmayacak kadar Erdoğan’ın muhteviyatını bilir. Onun da ötesinde bazı merkezlerde Erdoğan’ın bileti kesildiyse, birtakım riskler de göze alınmış demektir ve bu konuda emperyalizmin şakasının olmadığı başka örneklerde görülmüştür.

Şimdi sığ bir popülizmle ABD’ye çatan AKP’nin, iktidara geliş sürecinde ABD ile ne kadar içli dışlı olduğunu hatırlamakta fayda var.
2002 seçimlerinden hemen hemen bir yıl önce başlamak üzere Erdoğan ve ekibi ABD tarafından bir türlü görüşmelerle mülakata alınmış, bu süre zarfında birçok kez ABD’li yetkililere birinci ağızdan nasıl bir parti oldukları, bölgeye ve ABD’ye nasıl baktıkları anlatılmıştır. Burada Cüney Zapsu’nun Davos’ta kurduğu ilişkiler üzerinden kritik bir rol oynadığı biliniyor. ABD’lileri sevindiren nokta ise, Erdoğan ekibinin Ortadoğu’daki ABD projesine tahmin edilenin ötesinde istekli ve hazır bulunması oldu. Bu sürecin sonunda ikna olan ABD yönetimi Erdoğan’ı daha milletvekili bile değilken teamüllerine tamamen aykırı olarak Başkan Bush ile görüştürmüştür.

‘İki yüz yıldır ilk defa...’
AKP’nin teorisyenlerinden sayılan ve şu anda da Erdoğan’ın siyasi başdanışmanlığını yapan Yalçın Akdoğan, 14 Ocak 2004 tarihinde katıldığı bir televizyon programında tarihe itiraf niteliğinde kaydedilecek şu sözleri ediyordu: “Son iki yüzyıl içinde ilk defa iç dinamikler ile dış dinamikler örtüşmektedir. TBMM’de büyük bir çoğunluğa sahip AKP hükümetinin talepleri ile Batı’nın talepleri birbirini tutmaktadır. AKP’yi iktidara getiren kitlelerin talepleri ile (iç dinamikler) ABD’nin ve AB’nin talepleri aynı çizgide birleşmiştir. Halkın gerçek istekleri ile Batı’nın talepleri örtüşmüştür. Bu nedenle AKP yeni bir yol açmıştır ve Türkiye’nin değiştirilmesinde başarılı olacaktır. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir değerlendirmedir.” (3) Akdoğan, özetle “ABD’nin çıkarı ile bizim çıkarımız ortak” diyor.

Toparlarsak, ABD, Sovyet sonrası yeni düşmanı radikal İslam olarak tarif ederken ılımlı ya da uyumlu İslam’ı da müttefik kabul ederek, Ortadoğu’da BOP adını verdiği kapsamlı bir statüko dönüşümünü hayata geçirmeye niyetlenmiştir. Bu projede Türkiye’ye ABD’nin bölgedeki “model ülkesi” rolü biçilerek, bir tür Truva atı görevi verilmiş, böylece bölge halklarında nefret uyandıran ABD’nin, kendi işlerini halledecek sadık bir müttefik ile eli rahatlatılmıştır.

ABD’nin bu nedenle AKP’ye ciddi kredi verdiği, bazen canını sıkacak hamlelerde bulunsa dahi bölgedeki işlevi nedeniyle çoğu durumda tahammül ettiği söylenebilir. Hatta bu sayede AKP bölgede sempati toplamayı başarmıştır. Buradan bakınca AKP iktidarının ilk yıllarında uyguladığı dış politika (sıfır sorun) ile özellikle Arap Baharı sonrası bölgeye açık müdahalenin başlamasıyla birlikte uyguladığı saldırgan dış politika arasında çelişki değil, tersine tutarlılık vardır. Çünkü iki durumda da ABD’nin bölgedeki vizyonu uyarınca hareket etmiştir.

AKP ve ABD arasındaki bu ortaklık, Suriye kayasına çarpana kadar çeşitli pürüzlerle devam etti. AKP’nin Türkiye’de 1. Cumhuriyet’i yıkmak adına yaptığı cüretkar müdahalelerde güvendiği yer elbette halk değil, ABD’nin arkasında olmasını bilmesiydi. Kendi kadro niteliğinin kapasitesini ve gücünü aşan kapsamlı bir düzen restorasyonuna girişirken hep bu kirli ittifakın güvenini hissedecekti.

(1) Gamze Erbil, Ali Şimşek, Neocon, Yeni Muhafazakarlık, Temel Belgeler ve Eleştiriler / Yeni Hayat Kütüphanesi
(2) a.g.e
(3) Akt. Prof. Dr. Erol Manisalı, Cumhuriyet gazetesi, 16 Ocak 2004/ Ayrıca Bkz. Erol Manisalı, Hayatım Avrupa-5, Truva Yayınları, Şubat 2007 İstanbul, s. 35

--------------

Graham Fuller’in ılımlı İslam ‘kehaneti’
AKP gericiliğine karşı verdiği mücadele nedeniyle şu an tutsak durumda olan Türkiye’nin önde gelen sosyalist gazetecilerinden Merdan Yanardağ’dan aktaracak olursak, AKP’ye Ortadoğu’da biçilen don özetle şöyle:

“Amerikan Dışişleri ve İstihbaratı’nın önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller’in, 1990’lı yılların ortalarından beri ‘ılımlı İslam’ projesi üzerinde çalıştığı bilinir.

“Fuller, Ortadoğu’daki anti-Amerikan radikal İslamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemekten geçtiği tezini yıllardır savunur. Fuller’e göre Batılıların, İslam ülkelerinde laiklik konusundaki ısrarının hiçbir anlamı yok. Çünkü ona göre İslam dünyasında laikliğin tarihsel ve kültürel temelleri bulunmuyor. Laiklik, Batı-Hıristiyan kültürüne özgü bir olgudur. Ayrıca, Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD’nin stratejik çıkarlarını da hiç ilgilendirmez. Önemli olan şey, bu ülkelerin ya da örgütlerin anti-amerikan bir niteliğe sahip olmamasıdır.”

“O da ancak, ılımlı bir İslami modeli geliştirmekle mümkündür. Bu çerçeveden bakılınca, Fuller’e göre, Fransız ekolünü izleyen laik Türkiye 'başarısız' bir örnektir. Laiklik nedeniyle İslam dünyasından, onları etkileyemeyecek ölçüde uzaklaşmıştır. Ancak, yine de önemli bir laik birikime ve demokratik geleneğe sahiptir. Bu durumda bir ‘ortalama’ alınabilir. İşte alınmak istenen bu ‘ortalama’, ılımlı İslamdır.”

“Ne demeli? Yukarıdaki satırlar bir ‘analiz’ olmanın çok ötesine geçmiyor mu? Fuller, sizce de tasarlanmış, bağlantıları kurulmuş ve bir ihtiyat payı bile bırakmaya gerek duymayan kesinlikteki bilgilerden (buraya dikkat, 2000 yılından söz ediyoruz) hareket etmiyor mu? Eğer Fuller bir falcı değilse, yeryüzünde bu kesinlik ve şaşmazlıkla ortaya konulan başka bir siyaset öngörüsünün örneği var mı? Çünkü, bu öngörüdeki her şey neredeyse gerçekleşmiş durumda.”

--------------

Vizyonsuz ve stratejisiz bir dış politika düsturu olarak Yeni Osmanlı
1990’lı yıllarda Sovyetler sonrası Türkiye’nin nasıl konumlanması gerektiğine dair yapılan tartışmalarda, muhafazakar kimlikli Türkiye Günlüğü dergisi çevresi merkezinde üretilen, sonrasında da Yeni Osmanlı olarak isimlendirilen dış politika modeline göre Türkiye uzun yıllar ihmal ettiği, Osmanlı’dan miras tarihsel bağlarının olduğu bölgelere yeniden ilgi göstermeli, ihmal ettiği bağlarını kuvvetlendirmeli, yine Osmanlı’dan miras öncülük rolü uyarınca bölgenin hamisi pozisyonunda durmalıdır. (*) En öz haliyle verdiğimiz bu modelin ayrıntılı tartışmasına burada girmeyeceğiz.

İşte AKP’nin stratejik deha diye pazarlanan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun stratejik derinlik “vizyonu”, böyle bir tartışma zemininden süzülüp geliyor. Ancak bu yazımızda da göstermeye çalıştık, aslında ortada ne bir vizyon ne de strateji var. Tüm olan biten ABD’nin çizdiği sınırları bazen zorlamak pahasına bölgede değiştirilmeye çalışılan statükoda yer kapmak, oluşan boşluklara oynamaktan ibaret.

Doktiriner olmaktan çok pragmatist olan bu politik vizyon, kısa süre içinde Arap halkları tarafından da tepkiye karşılandı ve ülkelerin egemenliklerine saygısızlık pahasına iç işlerine karışarak ağabeylik taslamaya çalışan ve artık rahatlıkla söyleyebiliriz, kendini dev aynasında göre AKP’ye diplomatik kibarlığı da aşan tepkiler geldi.

(*) Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya, İletişim Yayınları

YARIN BÖLÜM 3: 1.CUMHURİYET’İN TASFİYESİ, SAVRULAN SOL VE ‘ARAP BAHARI’NIN ETKİSİ

AKP'NİN YÜKSELİŞ VE ÇÖKÜŞ HİKAYESİ BÖLÜM 1: Bölgesel liderden, savaş suçlusuna