Uzun ince bir Higgs: Türkiye’nin CERN serüveninde son nokta

Geçtiğimiz hafta CERN'de yapılan keşif, Türkiye'nin CERN üyeliği konusu da yeniden tartışmaya açtı. Tartışmayı başlatan ise CERN'de çalışan bilim insanları değil, Bilkent Üniversitesi Rektörü Abdullah Atalar'ın şakımaları oldu.

Geçtiğimiz hafta CERN’in 50 yıllık kuramsal bir hipotezi yeni bir parçacık bularak, şimdilik son söz söylenemese de büyük olasılıkla doğrulamış olması Türkiye’nin CERN üyeliği konusunu yeniden tartışmaya açtı. Tartışmayı ilginç bir şekilde CERN’de çalışan bilim insanları değil, Bilkent Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Abdullah Atalar yaptığı şakımalarla (tweet) başlattı.

Türkiye’nin en büyük özel üniversitesinin akademik idaresini sürdüren Abdullah Atalar’ın şakımaları, gerçekleştiği sırayla ve gerçekleştiği şekliyle şöyle:

CERN'in halkla ilişkiler departmanı çok iyi çalışıyor. Hiçbir işe yaramayacağı belli olan bir şeyi müthiş satıp fon almaya çalışıyorlar.
CERN bize şunu söylüyordu: "Kıbrıs Rum kesimi girmeden siz katılın, onların girişini veto edersiniz." Ama Rumlar iflas etti, plan bozuldu.
Avrupalılar 50 yıldır nükleer enerji konusunda bir ilerleme yapamıyan CERN'e fonları kesiyor. O da can havliyle yeni (!) şeyler keşfediyor.
CERN Türkiye'yi üye yapıp yılda en az 50 milyon dolarımızı almak istiyor. Bu para CERN' e verilirse çok yazık olur...

Üslup konularını ve imlâ hatalarını bırakıp (bu konuları ve diğer tepkileri ekşi sözlükte bulabilirsiniz) açıkça söylenenler ve ima edilenleri ele almak istiyorum. Türkiye’nin CERN serüveninin sadece son dönemine değinerek başlayayım.

Türkiye'nin CERN macerası
Türkiye’nin CERN üyeliği 2009’daki tam üyelik başvurusu ve ardından CERN Konseyi tarafından Aralık 2010’da tam üyelik sürecinin başlatılması kararıyla önemli bir aşamaya ulaşmış durumda. Fakat son 1,5 yıldır ise çeşitli dedikodularla ancak “bilgi” sahibi olabildiğimiz şekilde bir yavaşlama var.

Kendi adıma Türkiye’nin CERN üyeliğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Herkes durduğu yerden bir önem tarif ediyor, benimki de öyle olacak… Ben CERN üyeliğinin özellikle yeni bilim insanları yetiştirmek konusunda çok yararlı olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir öngörümüz var bir mücadele hedefimiz var. Gelecek kurgumuzda bilim insanlarımızın “baştan başlamak” durumunda kalacağı alanlar ne kadar azalırsa o kadar sağlam bir başlangıç yaparız diye düşünüyorum. Deneysel bilimler hem gerçekten bir gelenek, görenek işi hem de geçmişe göre bireysel çabalarla yapılabilecekler çok daha sınırlı. CERN deneysel temel ve mühendislik bilimlerinin birden fazla stratejik başlığıyla ilgili uluslararası bir kuruluş. Kıyaslanabilecek bir örnek yok ama belki uzay alanında benzer şekilde ESA (European Space Agency - Avrupa Uzay Ajansı) üyeliği ele alınabilir. Öğrenmemiz gereken çok fazla konu var ve önceki Cumhuriyetimizin kuruluşunda yaşananlar bir de bu açıdan ele alınırsa söylediğim daha iyi anlaşılabilir herhalde.

Durun bir dakika, AKP’yi, bugüne değin yaptıklarını ve Türkiye’nin hâlihazırdaki durumunu ve “vizyonunu” unutuyor muyum acaba? AKP’nin bilim alanındaki icraatları ve Türkiye için öngördüğü “bilim politikası”, CERN üyelik süreci açısından da önemli netlikler sağlıyor aslında.

Öncelikle “Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları 2003-2023 Strateji Belgesi” başlıklı metinde görmek mümkün: “Bilim ve teknoloji” denince teknoloji, patent vs. anlaşılıyor ve yatırımı en kısa vadede teknolojiye ve ürüne dönüştüreceği düşünülen “temel bilim” alanları ön plana çıkarılıyor. Bu metne 2003’ten bu yana sadık kalınıp kalınmadığı ayrı bir tartışma ama metnin ana fikrinin bu olduğu su götürmez. AKP, basitçe teknoloji olmadan cari açığı düşüremeyeceğini düşünüyor. “Cari açığın” doğrusu-yanlışını iktisatçı arkadaşlarımız yazıyor zaten ama “teknoloji hedefi” konusunda netlik var. Büyük sermaye ve uluslararası şirketler Türkiye’de ardı ardına Ar-Ge tesisleri açıyor ve bunlar AKP’nin sağladığı büyük teşviklerle gerçekleşiyor. “Ulusal” strateji belgesi, herhalde benim gibi arkaiklerin anlayamayacağı bir şekilde uluslararası sermayeyi teşvik için destek unsuru oluyor.

Bahsettiğim son üyelik girişimi sürecinde, üyeliğin Türkiye açısından nelere kadir olacağı konusu adeta açık artırmaya çıktı. Bu yaklaşımın siyaseti ikna edebileceğini aslında düşünen pek olmasa da herhalde kendimizi daha iyi ve daha tam anlatma kaygısıyla yapılıyor. Neredeyse CERN’e girince Türkiye’nin temel bilim ve teknoloji sorunlarının hallolacağı gibi çok yüksek beklentili yaklaşımlara veya teknolojik sıçrama gerçekleştirilebileceği gibi bir algıya yol açan söylemleri ciddiye almak mümkün değil.

Aslında nedense etrafında dolaşılan ve fakat bir türlü ifade edilmeyen daha ilginç bir problemle karşı karşıyayız. AKP 10 yıldır üniversite alanında gericilik örneklerini çeşit çeşit sergiledi. Rıfat Okçabol hocamız her hafta konu sıkıntısı çekmeden işliyor bunları. AKP hükümeti temel bilim alanına ilgisini Türkiye’nin tek teorik fizik araştırma merkezi olan Feza Gürsey Enstitüsü’nü fiilen kapatarak, fizik bölümlerini kapatmayı gündemine alarak gösterdi. Bilim alanındaki anlayışını TÜBA’ya yaptığı müdahalelerle tekrar tekrar faş etti. Ve fakat CERN üyeliği için başvuruyu iki yıl önce AKP hükümeti yaptı!..

İki yönlendirici
AKP’nin CERN üyeliği başvurusu bu temel bilim algı ve davranışının nasıl bir parçası olabilir? Aslında ilginç olsa da o kadar karışık değil. İki yönlendirici var herhalde: Birincisi Avrupa Birliği. Avrupa’ya birliğe üyelik için geri dönüşü olmayan, doğrudan Türkiye’nin güncel zararına olsa da her alanda çok sayıda ödün verildi. Kuşkusuz siyasi nedenlerle ve 50 milyon doları da dert etmeyebilirler. Karşılığında medyatik bir “bilim yapan Türkiye” algısı yaratırlar ve bu algı için değebilir bile… İkincisi de birinciyle ilgili: Ali Bayramoğlu, AKP yerine cemaati işaret ederek diyor ki: “Nitekim cemaat benim gözümde her zaman Türkiye’de İslami hareketin modernleşmesinin İslam ile Batı, İslam ile teknolojinin bir tür sentezinin ve yeni Türk muhafazakârlığının köklerinin oluşmasının bir aracı oldu, hâlâ da böyle”. AKP iddiaları nedeniyle bu söylemden kendi payını almak zorunda. Bu uyduruk söylem o kadar önemli değil, fakat Türkiye aydını ve Avrupa aydını nezdinde gerici uygulamaları ya meşru göstermek ya da görmezlikten gelmeyi sağlamak “bilimi destekleyen AKP” kimliğiyle daha kolay.

Dolayısıyla denklem hâlâ masada. Benim sezgisel öngörüm, CERN’e üyelik başvurusunun Türkiye açısından bu haliyle bırakılacağı ve üyelik talebinin askıya alınacağı yönünde. Yanılmayı isterim gerçekten… Bu atılmayan adımın sorumlusu da AKP’den önce Prof. Dr. Abdullah Atalar gibi düşünüp, söyleyen etkili bilim insanlarında olacak.

Abdullah Atalar'ın yaklaşımı
Artık bilim kentimizin rektörü Prof. Dr. Abdullah Atalar’ın yaklaşımlarına dönebiliriz. Bu arada kendisinin aynı zamanda TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi olduğunu, son atananlardan önce de TÜBA’nın etkin bir üyesi olduğunu hatırlatayım. Bir de uyarı: İçimden geldiği gibi “şakıyorum” bundan sonrasını, Abdullah Bey gibi…

Şimdi öncelikle CERN’in “50 yıldır nükleer enerji konusunda ilerleme” yapamamasını ele alalım. Yani şimdi neresinden ele alalım? Abdullah Bey gerçekten önemli bir bilimci bilim nedir bilir, CERN’in adındaki “nükleer”in kuruluştan kaldığını bilir, beraberinde nükleer araştırmaların CERN’de sürmekte olduğunu bilir, hızlandırıcıya dayanan temiz bir nükleer teknolojinin CERN’de çalışan bilim insanları tarafından önerildiğini ve başka araştırma merkezlerinde bu araştırmaların sürdüğünü bilir… Adı üstünde bilim insanı, çok şey bilir, bildiği varsayılır. Peki, nasıl söyler bunu? Yoksa başka bildikleri mi vardır?

Türkiye gerçekten ilginç bir ülke: Geçtiğimiz haftalarda “Türk CERN’i” diye siyasilere yutturulan tesiste “nükleer teknoloji üreteceğiz” diye başbakan açıklama yapar, rektörümüzse bırakın “Türk” versiyonunu asıl CERN’de bile aslında “nükleer enerji konusunda ilerleme” olmadığını, hem de 50 yıldır, bilir. Üstelik bunu “50 milyon dolarımızı” kurtarmak için şakır bile.

Kesin başka bildikleri vardır. Öncelikle bulunan şey, “hiçbir işe yaramayacağı belli olan bir şey”. Acaba diğer bilim insanları, Nobel alanlar falan, niye bunu anlamamakta ısrar ediyor? “İşe yaramak” nasıl bir şey oluyor? Mesela, hani ne fark eder, dünya dursun, güneş onun etrafında dönsün. Bir zararı mı var size? İddiasına girerim, hiçbir şey değişmez hayatınızda. Peki, ne işe yaradı Kopernik’in tezleri, Kepler’in hesapları, Brahe’nin ölçümleri, Galile’nin savunması? Dönmese ne olur? Duruyor diyelim, olsun bitsin… Ama rektörümüz bilir, dünya dönüyor demeden elektronun da bulunamayacağını, elektronik mühendisi olunamayacağını, kendisinin dâhil olduğu elektronik alanındaki saygın temel çalışmaların yapılamayacağını. Başka bir şey olmalı…

Bir dakika ipucu “Avrupa” olmasın? Yani, bu işleri birileri yapsın, mesela CERN’deki araştırmacılar web’i falan bulsun ki şakıyabilelim, ama biz kendimiz için en yararlı veya daha doğrusu en kârlı işleri yapalım? Yoksa rektörümüz sadece Microsoft’un haraca bağladığı üniversitelerimizden Bill Gates’e ne kadar kaynak aktarıldığını bilmemekte midir? Veya Bill Gates’in diğer devlet kurumlarını da haraca bağlamak için ta buralara kadar geldiğini? Hayır, bu olamaz, önemli görevleri vardır mesela PARDUS’un nasıl desteksiz bırakılıp, kadük hale getirildiğini de bilir.

Ama yine de “50 milyon doları” Türkiye için daha kârlı işlere yatırmak gerekebilir. Evet, bu olabilir belki de… Özal zamanının ilk özel üniversitesinin rektöründen bahsediyoruz. Üniversiteye para getirebilen, gayet etkin bilim insanlarının çalıştığı bir kurumun başında. Profesör olurken “bir koyup, üç alalım” zamanıydı, rektörlük zamanı “elli koymadan da alırız biz zaten”e mi geldik? Rektörümüz biliyor, biz ancak anlamaya başlıyoruz. Şimdi tartışmanın diğer tarafını duyar gibi oluyorum: “Hayır, Abdullah Bey, emin olun CERN’e girmek de kârlı bir iş, yoksa biz de zaten bu işi önermezdik!..” Neyse ki sadece ben duyuyorum, sayıklama işte…

Rektörümüz kesinlikle “Rum” tezinin Türkiye’de her dönem tutacağını biliyor. Sırpları neden eklemiyor acaba? Hem Ermeniler de var… Bir dakika, halklar karıştı, onlar zaten düşük enerjili bir eşzaman (synchrotron) makinesi yapıyorlar Erivan’da. Sadece halklar mı karıştı? Yoksa öne sürülen “bilgi” tamamen uydurma mı?

Yoksa, rektörümüz paranın bildiklerimizi de unutturduğunu bilmiyor mu? Bildiklerimizi söylememe gereğini hatırlatmıyor mu paranın güzel kokusu? Veya bilmediklerimizi şakımayı?

Hayır, böyle olmuyor işte. Savunmak gerekiyor ilk önce. Bilimi savunmak gerekiyor, Galile gibi… Ki bilim kentimiz de paranın tasallutundan kurtarılabilsin. Çünkü bilim kentimizde gerçekten önemli bilim insanlarımız var.

“Can havliyle” şakıyınca böyle oluyor işte, kimse kusura bakmasın. Nereden başlamalı acaba?

Farkındasınız siz de, bu hikâye burada bitmez. Hani kârlı olduğuna inandırıp Türkiye’yi CERN’e soksalar veya AKP başka nedenlerle bu süreci olumlu şekilde sonuçlandırsa bile bu hikâye burada bitmez.

Alper Dizdar
[email protected]