Yaşam boyu 'onur'

Serpil Güvenç'in "Yaşam boyu 'onur'" başlıklı köşe yazısı 8 Aralık 2012 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

İngiliz yönetmen Ken Loach’un Torino Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur ödülünü reddetmesi ve Yılmaz Güney Vakfının kapanışı haberleri art arda düştü ekranlara ve gazete sayfalarına. Emeğin yanında saf tutan, yapıtlarında “yalnız onların maceraları” olan iki sinema emekçisi Loach ve Güney, iki yoldaş, bir kez daha buluştular.

Loach “Karla’nın Şarkısı”nda Nikaragua’da Sandinist hareketin Somoza diktatörlüğüne başkaldırısını anlatır. “Liderlik Sorunu” Thatcher dönemi İngiltere’sinde bir madenci grevinin öyküsüdür. “Ülke ve Özgürlük”te İspanya İç savaşı işlenir. ABD’de Walmart işçilerinin sendikal mücadelesi ve insanlık dışı yaşam koşulları betimlenir “Ekmek ve Güller”de. “Demiryolcular”da özelleştirmelerden etkilenen İngiliz işçi sınıfı,“Başakları Dalgalandıran Rüzgâr”da İngiltere’nin İrlanda’yı işgal öyküsü yansıtılır perdeye. Yönetmenin bir ödül konuşmasında belirttiği gibi, İngiliz emperyalistlerinin tarihleriyle yüzleşmeleri için yapılmış bir filmdir “Başakları Dalgalandıran Rüzgâr”.

Loach Torino Film Festivali’nde neoliberalizmi eleştirmeyi amaçlayan bir çıkış yaptı. Festivalin organizatörü Ulusal Sinema Müzesi’nin taşeronluk uygulamasını “Kendilerinin neden olmadığı bir yıkım politikasının faturasını en yoksulların ödemesi doğru değildir” diyerek protesto etti ve Yaşam Boyu Onur ödülünü reddetti. Festival de Loach’un filmini gösterimden kaldırdı. Yönetmen geri adım atmadı. ‘Ödülü kabul etmek ve birkaç küçük eleştiri ile durumu geçiştirmek zayıf ve iki yüzlü bir davranış olurdu’ diyerek ilk açıklamasını pekiştirdi. Bu, onun ilk çıkışı değil. 2009’da, sponsorun İsrail olduğunu öğrendiğinde, “Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barış ve insanlığa hizmet eder” açıklamasıyla “Eric’i Aramak” isimli filmini Melbourne Festivalinden çektiğini biliyoruz. ABD 11 Eylül’üne karşı ABD destekli Şili cuntasının Allende’yi devirdiği 11 Eylül’ü gündeme taşımaktan çekinmedi. Avrupa’nın emek mücadelesinden bugüne taşınan demokratik gelenek, Loach’a rahat muhalefet yapma olanağı sağlamış olsa da, bu göreli “konfor” emek ve emekçilerin sorunlarını sinemaya taşımasını engellemedi.

Engelleyecek gibi de görünmüyor.

Yılmaz Güney’i anlatmaya gerek var mı? “Umut”u, “Sürü”yü, “Hudutların Kanunu”nu, “Ağıt”ı, “Arkadaş”ı,”Yol”, “Duvar”ı kim unutabilir? Oya gibi işlediği Çukurova’nın yapısı, ortakçılık ilişkileri, pamuk işçilerinin acıları aynı zamanda kendi yaşamının öyküsüdür. Adana’nın Yenice köyünde, ahırdan bozma bir evde doğan ırgat bir ailenin ırgat oğlu.

Adana’da ortaokul ve liseyi bitirir ve İstanbul İktisat Fakültesine gider. Ama ekonomiden hızla uzaklaşır ve kendi ifadesiyle “sınıfsal çelişkiyi içinde hissederek” sanata yakınlaşır. “İçinden çıktığı” halk için, “halka giden en etkin yol olan sinema yapmak” istemektedir. Kendi çapında bir sınıf kavgası sürdürmektir derdi. Ne var ki, askeri darbelerle sarsılan bir ülkenin devrimci evlâdı olmak, emek ve emekçilerin yanında savaşmak zor bir seçimdir. 47 yıllık kısa ama verimli bir yaşama eşlik eden hapis ve sürgün yılları 1984’de gurbette son bulur.

Egemen sınıflar sanatın ve özellikle de sinemanın toplumları etkileme gücünü hemen kavradılar ve karşı önlemlerle önleyici vuruşu gerçekleştirdiler. Yılmaz Güney’in yaşam öyküsü, ABD’de Mc Carthy döneminde sanatçıların başlarına gelenler, sinema alanında sermaye çemberinin dışına taşmaya çalışanlara neler yaşatıldığını gösteren bir çok örnekten sadece ikisi. Bu durum, devrimci sanata gem vurmanın o kadar kolay bir iş olmadığının da kanıtı.

İki sosyalist sinema sanatçısı.

Güney, Paris’te, Pére-Lachaise mezarlığında Komüncülerin katledildiği duvarın dibindeki taze karanfillerin kızıl gölgesini paylaşıyor.
Loach ise seçimi emekten yana olan sanatçılarla birlikte mücadelesini sürdürüyor.

Çok yaşa Loach!

“Dünyanın Lânetlileri”nin filmlerini yapmaya devam et!

“Büyük insanlık”ın yüreğindeki yerinizden daha büyük bir ödül olabilir mi?