Parmaklıklar dışındaki kadınlar

71 Mayısının 17. Günü İsrail’in başkonsolosu Efraim Elrom Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırıldı. 12 Mart askeri cuntasının sivil ve “tarafsız” başbakanı Nihat Erim’in başbakan yardımcısı Sadi Koçaş, aynı gün TRT’nin gece haber bülteninde konsolosun acilen serbest bırakılmasını istiyor ve şunları söylüyordu:

“… Kaçırılan başkonsolos… derhal serbest bırakılmadığı takdirde, sözü geçen gizli örgütle uzak, yakın ilişkisi bulunanlar ve masum gençlerimizi kışkırtıcı yayın ve sözleriyle kanunsuz hareketlere teşvik eden ve kimlikleri güvenlik görevlilerince öteden beri bilinen kimseler… sıkı yönetim kanunu gereğince derhal gözaltına alınarak en yakın sıkıyönetim komutanlığına teslim edileceklerdir”.

Türkiye’de ilk kez devletin yurttaşlarını rehin alması diye niteleyebileceğimiz bu açıklamadan hemen sonra ülkenin dört bir yanından yaklaşık iki bin yazar, sanatçı, akademisyen, avukat, doktor, öğretmen, öğrenci, sendikacı, demokratik kitle örgütü yöneticisi, gazeteci ve aydın gözaltına alındı ve cezaevlerine kapatıldılar.  Olayın ardından bir başka gelişme daha oldu ve başbakan Erim hükümetin adam kaçıranlara ölüm cezasını verilmesine yönelik geriye işleyecek bir yasa çıkaracağını duyurdu.

Ankara’daki rehineler Yıldırım Bölge denilen, ahırdan bozma bir tutukevine götürüldüler. Aralarında çok kısa bir süre önce apandisit ameliyatı geçirmiş ve tedavisi süren babam da vardı. “Barış Savaşçıları” kitabında bu misafirlikten belleğinde kalan ilginç anıları anlatır. Yukarıdaki resim ise eşleri rehin alınmış dört kadının bir gününü belgelemektedir. Sevgi Mümtaz Hoca’yı (Soysal) , Sudiş Bahri Hoca’yı (Savcı), annem babamı ve Bahriye abla da İlhami (Soysal) ağabeyi görmek için parmaklıkların dışında beklemektedirler.

O dönemin anneleri, babaları ve diğer yakınları gibi bu dört kadın da zor günler geçirdiler. Yarası iltihap kapmış babamın hastaneye götürülmesi için annemin her gün tutukevi komutanıyla görüşmeye çalışmasına, kalp hastası olan Bahri Hocanın perhiz yemekleri ve ilaçlarının tutukevi komutanlığınca içeri alınması için Sudiş’in o ısrarlı çabasına tanık oldum. Resimdeki dört kadın cezaevine gitmedikleri günlerde ya da dönüşte bizim evde veya Sudiş’lerde (Sudiye Soysal) buluşur, annemin hamsisi, Sudiş’in mayonezi eşliğinde dertlerini, sıkıntılarını ve dirençlerini paylaşırlardı.

Rehineler yaklaşık bir ay sonra bırakıldılar. İzleyen yıllarda Mümtaz hoca “Anayasaya Giriş” kitabında öğrencilerine Marksizmi anlattığı için komünizm propagandası yapmaktan hüküm giymese ve Mamak askeri cezaevinde sakat beliyle kar küremek zorunda bırakılmasaydı, İlhami ağabey İstanbul’da derin devletin işkencesine maruz kalmanın yanı sıra Davutpaşa’da yıllarca yatmasaydı, babam ise bir yandan 12 Mart ve 12 Eylül’ün hukuki yükünü taşırken öte yandan idamlara tanıklık etmek zorunda kalmasa, İlhan’ın kanlı paltosunu ağabeyine ve eşine teslim etmek gibi zordan da zor bir “görev”i yüklenmemiş olsaydı, bu resim her şeye karşın hoş bir anı olarak kalabilirdi.

12 Mart ve 12 Eylül’de yaşanan işkenceler, tutuklamalar, öldürüm ve idamlar,  bir yönüyle anaların, babaların, eşlerin, çocukların acısı olarak toplumun belleğine işledi. İçeriyi ve dışarıyı yaşamış iki kişi, Reha İsvan ve Sevgi Soysal betimlediler döneme dair bazı yaşanmışlıkları. Bir ana ve avukat olan Gülten Akın da “bir daha yaşanmasın bunlar, bir daha yazılmasın” diyerek 12 Eylül karanlığının bir bölümünü anlattığı o destansı 42. Gün kitabını armağan etti bize.

'KANAT SESLERİ'

On yıllar sonra analar, eşler ve çocuklar, Ergenekon tutuklamalarında bu acıları bir kez daha yaşadılar. Silivri cezaevinde yatan erkekler deneyimlerini kitaplaştırdılar. Ama dışarıdakiler? Eşler? Parmaklıkların dışındakiler?                  

Çağlayan Efendioğlu Öz bu eşlerden birisi. İmzasını sadece mimarlık projelerinde değil, resimlerinde de görmek mümkün.  İlk kez Ayvalık’ta açtığı ve bugünlerde Mimarlar Odasında süren sergisinde, kendi ifadesiyle “haksızlığı, koyu karanlığı, dikenli telleri, demir parmaklıkları, gözetleme kulelerini, büyük bir gözaltını” tuvale yansıtmış. Cezaevindeki Güray’a torununun yaptığı kelebek resminin verilmemesini, anti terör timleri tarafından evinden alınıp kendilerine bilgi verilmeksizin bilinmeyen bir yere götürülerek iki gece betonda yatırılmasını, kış soğuğunda sudan nedenlerle paltosuna günlerce el konulmasını, kitap ve güneş yasaklamalarını ve Silivri’de karşı karşıya kalınan daha birçok haksızlık ve hukuksuzluğu anlattığı yazısını anımsadım sergiyi gezerken. Çağlayan’ın anlattığı bu kötülüklerin hepsi yok elbette resimlerde ama avluyu çevreleyen yedi metrelik dikenli tel ve avlunun üzerinde, gökyüzünü de tutuklayan demir kafes, bu insanlık dışı “yaşam alanı” size bakıyor.

Abidin Dino “el” resimleriyle ilgili olarak yazdığı bir yazıda, Stendhal’ın romancıyı “yol üstündeki bir ayna” olarak tanımladığını söyler ve ekler: “aynı şeyi (hem doğru hem yanlış olan aynı şeyi) ressam için de söylemek büsbütün yersiz değil”.  Yaşamakla yetinmeyip aynasını olaylara tutarak fırçasıyla onları kalıcılaştırmayı beceriyor ressam.

Resimlerin çoğu,  doğal olarak, çekilen acıların renklerini ve çizgilerini taşısa da, beton, tel ve gözetleme kulesi yığınını delen bir ağaçtan uçarak göğe ulaşan, parlak renklerle bezenmiş kuşlar umudu, özgürlüğü simgeliyor.

Torun Deniz’in, cezaevine giremese de uçmaya devam eden kelebeği de göklerdeki serüvenini sürdürmekte. O kelebek ve kanatlanıp uçan kuşlar, ışıklı, aydınlık günlerin uzak olmadığını göstermiyor mu?