Ölüler genç kalır

Serpil Güvenç'in "Ölüler genç kalır" başlıklı yazısı 29 Haziran 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Başlık, Anna Seghers’in bir romanından alınma. Faşist Almanya’nın Berlin kenti sokaklarında Spartakistlerin safında çarpışan genç işçi Edwin’i katleden SS subayı Wenzlow öldürdüklerinin hep genç kaldığını, onlara kurşun işlemediğini ve gençliklerini hiç yitirmediklerini düşünür. Genç ölüler, hep genç kalmaktadırlar. Abdullah Can Cömert, Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük de öyle. Emekçi çocukları. Ve hiç ölmemişler gibi… Resimlerinde öylesine umut dolu ve güzel bakıyorlar ki…

Onları yetiştirebilmek için çok çetin bir yaşam kavgası veren ailelerin ve analarının acısı büyük... Bunu anlamak için Ethem’in annesinin oğlunun kaybını izleyen günlerde soL’da ve diğer devrimci yayın organlarındaki “Ethem, bizim için, anneler için, kardeşleri için sokaklardaydı. İşçiydi, yoksulluğu, adaletsizliği gördü, bu yüzden sokaklardaydı. Anneler yoksulluk çekmesin diye sokaklardaydı benim oğlum. Kavgasının arkasındayım. Korkutamazlar bizi, asla korkmuyorum…” sözlerindeki isyanı okumak yeterli.

Gezi Direnişi’nde, devletin zor gücü polis, yatları ve katları, sermayeleri ve şirketleri olmayan yüzbinlerce gence gaz bombalarıyla, kurşunlarla ve coplarla müdahale etti. Bir çoğu yaralandı ve sakatlandı. Üç evladımızı da yitirdik. Bu insanlık dışı baskı ve katliamın asıl nedeni, Ethem’in annesinin konuşmasındaki şu kısacık tümcede gizli.

“Anneler yoksulluk çekmesin” diye!

Zenginin egemenliği için yoksulun ezilmesine dayanan bu bozuk düzenin değişmesi gerektiğini fark ettikleri için, daha güzel bir dünya istedikleri için, o güzelim gençleri insafsızca kırdılar!

Devletin zor gücünün AKP döneminde işlediği cinayetleri araştırırken değerli bir çalışmaya ulaştım. 24 Kasım 2007’de İzmir’de polisin “dur” ihtarına uymadığı iddiasıyla başından kurşunlanarak öldürülen Baran Tursun’un ailesi “Baran Tursun İnsani Yardım Vakfı”nı kurmuş. Vakıf, Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nda 2007 yılında yapılan değişikliği izleyen yıllarda, çoğunluğu genç 127 insanın “polis kaynaklı” öldüğünü saptamış. Emniyet Genel Müdürlüğü ise söz konusu 127 ölümden sadece 39’unun polisten kaynaklandığını açıklamış. Her şey bir yana, devletin, doğurduğumuz, yıllarca besleyip büyüttüğümüz evlatlarımızı kelle hesabına sığdırma çabası ise şaka gibi geliyor insana. İsyan etmemek mümkün değil!

“Polis kaynaklı” yitirdiklerimiz arasında kimler yok ki! Polis kurşunuyla öldürülen Muğla Üniversitesi öğrencisi Şerzan Kurt, 13 polis kurşunuyla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, bisikletle giderken “dur” ihtarına uymadığı için polis kurşunuyla öldürülen 17 yaşındaki Çağdaş Gemik, “dur” ihtarına uymadığı için polis kurşunuyla öldürülen 22 yaşında Özgür Arda, “dur” ihtarına uymadığı için polis kurşunuyla vurulup ölen 24 yaşındaki Cem Aygün, “dur” ihtarına uymadığı için polisin öldürdüğü 17 yaşındaki Emrah Dervişoğlu, göğsüne isabet eden polis kurşunuyla ölen 17 yaşındaki Özgür Taşar, gözaltında polis kurşunuyla yaşamını yitiren 26 yaşındaki Fırat Kırtekin, bir cenaze töreninde polisin attığı kurşunun isabet etmesiyle yaşamını yitiren 8 yaşındaki Enez Ata, polis kurşunuyla hayatını kaybeden Nijer uyruklu Festus Okey, Newroz kutlaması sırasında polis kurşunuyla öldürülen Ramazan Dal, zırhlı polis aracının çarpmasıyla ölen Şahin Öner, bu gençlerden sadece birkaçı.

Başbakan’ın Rize seyahati öncesinde polisin gaz bombalı saldırısı sonucunda hayatını kaybeden Metin Lokumcu öğretmeni tanıyoruz ama 18 aylık bebek Mehmet Uytum’un evlerine atılan gaz bombasının başına isabet etmesiyle hayatını kaybettiğinden, 11 yaşında Mazlum Akay’ın başına isabet eden gaz bombasıyla yaşama veda ettiğinden, polisin eylemcilere attığı gaz bombasının göğsüne isabet etmesiyle ölen Yıldırım Ayhan’dan, Doğan Teyboğa’dan, gaz bombasına maruz kalan Barış annesi Hatice İdin’in hastanede 18 gün ölümle pençeleştikten sonra öldüğünden büyük olasılıkla çoğumuzun haberi yok.

Bu olayların ezici çoğunluğunda polisler hakkında soruşturma bile açılmamış, açılan birkaç davada ise aklanmışlar. Bazı davalarda ise evlatlarının öldürülmesi yetmezmiş gibi çeşitli bahanelerle aileler soruşturulmuş, hatta tazminat ödemeye mahkum edilmişler.

Polis tarafından en çok başvurulan hukuki “savunma” ise nefsi müdafaa. Gaz bombaları, coplar, ateşli silahlar dahil olmak üzere her türlü savaş teçhizatı ile donanmış polisler her nedense durmadan “saldırı”ya uğramakta ve kendilerini savunurken ellerine değen taşlar silahlarını adeta ışınlanmış gibi kendiliğinden hareket ettirerek maktulün -başka bir yerine de değil, başına- kurşun yağdırmakta! Ya da ayağı kayan polislerin silahlarından çıkan mermiler, gençlerin başına isabet etmekte!

Ölümlerin, insanlarla alay edercesine mantık dışı savlarla açıklanması olayı yeni değil. 9 Ocak 1996’da tanıkların gözleri önünde gözaltına alınan gazeteci Metin Göktepe, muhabir olduğunu söylediği halde dövülerek öldürülmüş, olay otopsi raporuyla doğrulandığı halde soruşturma sırasında İstanbul Emniyet Müdürü gazetecinin gözaltına alınmadığını söyleyebilmiş, dönemin Eyüp Cumhuriyet Savcısı ise Metin’in “çay bahçesinde sandalyeden düştüğünü” açıklayacak kadar, görevini ve insanlığını unutabilmiştir.

Güvenlik güçlerinin bu pervasız davranışları gücünü daima siyasal iktidardan almıştır. Bir zamanlar “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” tümcesinin yerini, bugün “polisimiz bir kahramanlık destanı yazmıştır” sözleri almıştır. Bu faşist mantık geçmişten günümüze hız kesmeksizin süregelmektedir. Oysa, Halit Çelenk’in şu vurgusu, 2007’de Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nda yapılan değişikliklere ve muğlak ifadelere karşın, bugün de geçerlidir. “Polis Görev ve Yetki Yasası polise, vatandaşın canını koruma ve ona yardım etme görevini vermiş ama dövme ve yaralama yetkisi tanımamıştır… Görev ve yetki dışına çıkılması ve giderek suç işlenmesi, hangi gerekçeyle olursa olsun, hukuk devletinde koruma göremez. Aksi halde, koruyan da suça katılmış sayılır” (‘Polisin Görev ve Yetkisi, 27 Haziran1996)

Daha çok gencecik can bizlerden koparılıp alınmadan, kademesi ne olursa olsun, tüm sorumlular hesap vermelidirler.

Yoksa “ileri demokrasi”miz, emekçi anaları yoksulluk çeksin diye daha çok anamızı ağlatacak gibi görünüyor.