Filistin'e dair birkaç söz…

“Katliamı gördüm

Bir harita kurbanıyım ben

Basit sözcüklerin çocuğu

Uçtuğunu gördüm taşların

Çiy damlaları gibi yağdı bombalar

Kapattıklarında yüreğimin kapılarını

Üstüme

Barikat kurup yasakladıklarında

Sokağa çıkmayı

Vadiye dönüştü yüreğim

Kaburgalarım taşlaştı

Sonra boy verdi karanfiller

Karanfiller boy verdi” (Mahmud Derviş)[1]

 

Bilindiği üzere, Filistin halkının çektiği acıların ve emperyalist işgale karşı başkaldırısının tarihi çok eskilere dayanıyor. Ancak, Filistin’de yaşanan vahşetin,  uluslararası raporların, BM kararlarının sayfalarından çıkıp dünya kamuoyunun belleğine taşınması ancak popüler bir olayla ilişkilendiğinde mümkün oluyor. En yakın örnek,  ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Trump’ın Kudüs’ü başkent kabul etmesinin ardından girişilen protesto eylemlerini İsrail’in vahşice bastırması ve giriştiği katliamın boyutlarının artmasıyla birlikte sorunun yeniden gündeme taşınması.

Bir köşe yazısının kapsamının çok ötesine geçen konunun dikkat çekici yanlarından bir kaçı, 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğundan İngiliz Mandasına geçen Filistin topraklarının İsrail’e altın tepside sunulma süreci ve sonrasında yaşanan olaylarda İngiltere’nin rolü, yine dönemin İngiliz burjuvazisinin ünlü simalarından Winston Churchil’in Siyonizmi ve ırkçılığı ve İsrail devletinin kuruluşundaki bazı uygulamalar…  

Versay Anlaşması ile bölgenin denetimini eline geçiren İngiltere’nin Dışişleri bakanı Arthur Balfour 1917’de “Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal vatan oluşturmak” konusunda İngiltere’nin desteğini açıklar. Açıklamada sözü geçen “Filistin’deki Yahudi olmayan toplulukların –ki nüfusun yüzde 85’ini oluşturmaktadırlar- dini ve medeni haklarına zarar verebilecek hiçbir eylemde bulunulmayacağına dair” cümle ise hiçbir zaman anımsanmaz. Balfour Deklarasyonu'nun Siyonizme arka çıkmaktaki ilk amacı – ABD henüz savaşa girmemiş iken ve Rusya’da Şubat devrimi sonrasında- Rusya ve ABD’deki Yahudi kamuoyunu Müttefiklerin yanında yer almaya ikna etmek ve Filistin’e ilişkin Fransız tasarımlarına bir son vermektir. Özetle, İngilizler Orta Doğu’nun denetimini elden kaçırmamak istemektedirler. Ayrıca Filistin, Hindistan ve İngiltere arasındaki en yaşamsal kanalı, Süveyş Kanalı’nın doğu yakasını koruduğu için İngiltere açısından önemlidir. Bu arada, İngiltere’nin sadece Yahudilerle ilişki kurmakla yetinmediğini, Araplarla da ilişkisini sürdürdüğünü vurgulamalıyız.

Bunların yanı sıra, emperyalist devletin başka bir uzun vadeli, Protestan kültürü çerçevesinde Yahudilerin Kutsal Topraklara dönmelerine dair ideolojik bir düzenleme amacı daha vardır ki bu, Fichte, Milton, Locke, Newton, Priestley, George Elliot, Palmerston, Lloyd George gibi dönemin önemli sanat, felsefe ve siyaset çevrelerinin temsilcilerinden de destek görmüştür. Temelleri 17. yüzyıla kadar uzanan bu Hristiyan semitizmi, Filistin’deki Yahudi yerleşiminin önünü açan unsurlardan birisidir. Perry Anderson “Scurrying Towards Bettlehem” başlıklı çalışmasında, bu durumun siyonizmin ikili tuhaf yapısını doğurduğunu, etnik bir Avrupa milliyetçiliğinin bir deniz aşırı Avrupa sömürgeciliği biçimine büründüğünü yazar. Etnik olarak homojen bir ulus devletin, kendisine düşman bir çevrede, ancak sınıfsal ayrımları gözardı eden, ideolojik bir inanca sahip ayrımcı bir topluluk tarafından gerçekleştirilebileceğini belirtir.

İsrail’de özellikle kuruluş döneminde uygulanan Kibbutz sistemi sol arasında da yoğun tartışmalara neden olan bir yapılanmadır[2]. Sovyet desteğini sağlamak için İsrail’in bu yapılanmayı bol bol sergilediği bilinen bir gerçektir. Anderson, Kibbutz sisteminin öznel olarak “sosyalist” bir güdüden doğmakla birlikte, pratikte, yerli emeğin istihdam edilmediği, boş toprakların ve sermayenin olmadığı koşullarda sömürge sorununun çözümü için tek seçenek olduğunu vurgular.

Anderson’a göre, Filistin’deki Yahudi yerleşim bölgesinin bir başka özelliği daha vardır. O da, ta başından beri, bu topluluğun bir ana vatanı olmayışı ve sonuçta İsrail’de bir metropolden doğmayan bir sömürge düzeninin oluşturulmasıdır. Bu devlet, destek güç olarak arkasında daima “vekâlet” emperyalizmi olarak tanımlanabilecek İngiliz sömürge gücünü bulmuştur. Yahudi yerleşimlerinin gittikçe yayılarak topraklarını sömürgeleştirme girişimlerinin farkına varan ve 1936-39 arası ilk ve en büyük İntifada'yı gerçekleştiren Araplara karşı siyonizmin tek şansı, İngiltere’nin polis ve asker desteği olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, İngiliz emperyalizmi Filistin toplumunun direnişinin belini kırmış ve savaş sonrası siyonizmin zaferinin önünü açmıştır. Anderson, bu bağlamda, İsrail’in kuruluş döneminde İngiltere’ye karşı “bağımsızlık savaşı” verdiği iddiasını da yanıtlar. İngiliz İmparatorluğu'nu arkalarına almakla birlikte, Yahudi sömürgeciler her zaman bu yapıyla uyum içinde olmamışlardır. Deniz aşırı yerleşimcilerle metropol merkez arasında sürtüşme sömürge tarihinin bir değişmezidir. Almanya’daki Nazi zulmü döneminde Yahudi göçünü yavaşlatarak bölgedeki Araplar arasındaki huzursuzluğu bir miktar azaltmaya çalışan İngiliz yönetimiyle Yahudi sömürgeciler arasında gerilim de buna benzer bir durumun sonucudur. Ne var ki, gerilimle gelen düşmanlık hızla çözülür. İsrail sömürgecileri 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin sağladığı askeri eğitim ve ekipmanlarla birlikte İsrail’in “Bağımsızlık”, Filistinlilerin ise “Nakba” yani büyük felâket diye adlandırdıkları 15 Mayıs 1945’de Filistin toprakları üzerinde İsrail devletini kurarlar. İsrail devletinin kurulmasının hemen öncesinde İsrail resmi ve paramiliter örgütlerince büyük katliamlar uygulandığını, yaklaşık 800 bin Filistinlinin yoğun şiddete başvurularak topraklarından sürüldüğünü, beş milyon Filistinlinin komşu ülkelere göçe zorlandığını da söyleyelim.  

Yeni bir Soğuk Savaş’ın başladığı iddialarının yoğunlaştığı günümüzde demokrasi havarisi olarak parlatılmaya çalışılan eski İngiliz devlet görevlisi Winston Churchill İsrail’in en büyük destekçilerindendir. Filistin Sorunuyla ilgili olarak 1937’de kurulan Peel Komisyonu’na verdiği ifadede aynen şunları söyler;

“Ahır yemliğindeki bir köpeğin o yemlikte son hakka sahip olduğuna inanmıyorum, çok uzun bir zamandır orada yatmakta olsa da. Bu hakkı tanımıyorum. Örneğin, ABD’de Kızılderililere ya da Avustralya’daki zenci halka bir haksızlık yapıldığına inanmıyorum. Daha güçlü, daha üstün ve dünya çapında daha zeki bir ırkın gelip onların yerini alması gerçeği nedeniyle onlara bir haksızlık yapıldığına inanmıyorum.”

Akademik deyimlerle sosyal Darwinist olarak tanımlanan bu ırkçı ve faşist görüşlerin 2. Dünya Savaşın'da Alman faşizmine karşı çıkan bir İngiliz başbakanına ait olduğu düşünülürse durumun vahameti daha iyi anlaşılır.

1947’de İngiltere Filistin’den çekilir. İsrail devleti konusundaki desteğini Hristiyan bir siyonist olan Truman’ın başkanlık ettiği, emperyalizmin yeni reisi ABD’ye devreder. Karşı çıkan birkaç devletin rüşvet ve şantajla susturulduğu BM kararıyla Filistin toprakları iki devlet kurulması önerisiyle parçalanır. Toprakların yüzde 55’ini nüfusun ancak 3'te 1'ini oluşturan İsrailliler alacaklardır. Nüfusun çoğunluğu Filistinlidir ama onların payına ancak Filistin’in yüzde 45’i düşer!

Bugün İsrail’in işgali altındaki Filistin toprakları BM kararıyla verilenin kat be kat üstündedir. ABD, sınırsız mali, askeri ve siyasi desteğiyle İsrail’i ayakta tutmakta ve ABD çıkarlarının bölgedeki temsilcisi işgalci devlet her geçen gün biraz daha palazlanmaktadır. Her gün yaşam alanları yeni İsrail yerleşim birimleriyle daraltılan ve insanlık dışı koşullarda ufacık bir alana sıkıştırılan Filistin halkı ise yok edilmeye çalışılmaktadır. ABD bu konuda da İsrail’i desteklemekte ve 5 milyon civarındaki Filistinli mültecinin sağlık, beslenme ve öğrenim giderlerin karşılanması için BM tarafından sağlanan 1.3 milyar dolarlık yıllık harcamanın 360 milyon dolarını bu yıl kesmiş bulunmaktadır. ABD sadece Gazze’ye sıkıştırılmış birkaç milyon Filistinliye değil, dünyadaki Filistinlilere de düşmandır.

İşgale karşı direnişin başlangıcında, sosyalizmin ve bağımsızlık savaşlarının var olduğu bir dünyada Havatme’lerin ağırlıklarının hissedildiği Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ’nün, ABD emperyalizmine bel bağlayarak giriştiği Oslo süreci bir Filistin Devleti'nin kurulmasına olanak sağlamamıştır. Bu olay, ezilen halklar için çözümün anahtarının emperyalizmle iş birliği yapmakta olmadığını da bir kez daha göstermiştir.

Çözüm, geçen yıl 100’üncü yıldönümünü andığımız Sovyet Devrimi ile gelen gönüllü, birlikte, sosyalist bir devlette yaşamak anlayışından geçiyor. Çözüm, SSCB’nin 1946 sonrasında yayınladığı dört maddelik memorandumdaki ilkelerden geçiyor. Emperyalizmle her türlü ilişkinin sonlandırıldığı, Arap ve Yahudi yurttaşların, “eşit ulusal ve demokratik haklara sahip olduğu, tek, bağımsız, demokratik bir Filistin’in kurulması”ndan geçiyor. Çözüm etnik kökenden, cinsten ya da renkten değil, sınıftan, emeğin iktidarından geçiyor. Bu bağlamda Sovyet deneyiminin, sosyalist bir kuruluşun değeri her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Onca aleyhte sağ ve “sol” kampanyaya rağmen…

 

[1] Yoldaşım Oğuz Gemalmaz’a teşekkür ediyorum.

[2] Kibbutz, İbranicede kolektif ya da toplanma anlamına gelmektedir. Tarımda ve bazı durumlarda sanayide kullanılmış olan bu sistem bir nevi kooperatifleşmedir.