Direnişin ve ihanetin öyküsü: Dalton Trumbo-Elia Kazan

Bu hafta sinema dünyasının bu iki ünlü ismini köşemize konuk etmeyi düşündük çünkü onların yaşamları bir bakıma günümüz Türkiyesi’nin de öyküsü.

Önce kısaca 1950'lere bir göz atalım.

İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği büyük bir bedel karşılığında Nazileri yener. Tüm dünyada bu muzaffer sosyalist devlete duyulan saygı ve sempati, aynı zamanda onun temelindeki bilimsel sosyalist düşünceye de doğal olarak yansır. Komünist hayalet bu kez yalnızca Avrupa’da değil, ABD başta olmak üzere dünyanın tüm ülkelerinde dolaşmaya başlamıştır.

Kapitalist emperyalizmin taze temsilcisi ABD, dünyada ve ülkesinde büyük bir temizlik hareketine girişir. Avrupa’nın azımsanmayacak sayıda ülkesinde iktidara gelmesi olası olan komünist partiler ağır baskılar ve gerici hükümetlere sağlanan ekonomik ödünlerle engellenir; yandaş sendikalar, akademi, bilim ve sanat dünyası havuç ve sopa siyasetiyle ezilir.  Öte yandan, ABD içinde McCarthycilik adıyla bilinen ve Truman başkanlığındaki hükümet tarafından organize edilen cereyan özellikle Amerikan Komünist Partisi ve onun sanat dünyasındaki sempatizanları ve üyeleri üzerinde baskılarını yoğunlaştırır. Amerikan Komünist Partisi Amerikan kapitalizminin korkulu rüyasıdır. 1919’da kurulan, 1940’lara gelindiğinde üye sayısı 100 bine yaklaşan parti, yükselen zenci eylemlerinin tek savunucusu, ülkedeki sendikal hareketin yönetici gücü, SSCB’nin sadık dostu, faşizmin kararlı düşmanı, ABD emperyalizminin tezgâhladığı planlara karşı çıkan, barışı sahiplenen tek örgüt, Demokrat Parti’ye karşı en ciddi ve güçlü muhalefetin temsilcisidir.

 İlk adım 1947’de çıkarılan Taft-Hartley Yasası ile atılır. Toplu grevlerin bastırılması, işçi sınıfı örgütlerinin baskılanmasının yanı sıra tüm sendika yöneticilerine Komünist Partisiyle ilişkilerinin bulunmadığına dair açıklama yapma zorunluluğu gelir. Buna uymayanlar on yıl hapisle cezalandırılacaktır. Bu yasa, aynı zamanda ABD başkanına “ulusal güvenlik ve ulusal çıkarları” tehlikede görmesi durumunda grevleri 2 ay erteleme hakkı tanır.  Demokrasinin beşiği olmakla övünen ABD’de Taft-Hartley ve benzeri yasalarla ABD Anayasası tam 29 kez ihlal edilir! 1950lerde Kore Savaşı’nın başlaması ve NATO’nun kurulmasıyla hükümetin antikomünist faaliyetleri iyice şiddetlenir. Komünist Parti’yi bir komplo örgütü ve Sovyet ajanı sayan, parti ve diğer komünist örgütlere üye olanlar için polise bildirimde bulunma zorunluluğu getiren Mc Carran yasası ve benzerleri ardı ardına gelir. Komünist parti üye ve sempatizanlarının resmi dairelerde, orduda ve Pentagon hesabına çalışan fabrikalarda çalıştırılmaları yasaklanır.  Başkanın kritik gördüğü durumlarda toplama kampları kurulması bile öngörülür!

Dönemi iyi anlattığını düşündüğümüz bu birkaç örnekle yetinelim ve sinema sanatına yönelik baskılara, direniş ve ihanete dönelim.

HUAC (Amerikan Karşıtı faaliyetleri İzleme Komitesi) 1947’de kurulur. Komite daha ziyade sanatçılara, yazarlara yönelik faaliyet gösterir. Aralarında ünlü yazarlar, senaristler, oyuncular, sanat eleştirmenleri, yönetmenlerin de bulunduğu yüzlerce insan sorguya alınır. ABD Anayasası’nın birinci maddesi düşünce ve ifade özgürlüğünü sonuna dek korumakta; beşinci madde ise kişiye kendini suçlayıcı bir ifade vermeyi reddetme hakkını tanımakta; ayrıca adil bir muamele görmeyi güvence altına almaktadır. Buna rağmen, siyasi görüşleri, Komünist parti üyesi olup olmadıkları, komünizm ve Sovyetler Birliği gibi konulardaki görüşleri sorgulanır.

Sorgulananlar ya da tanık olarak dinlenenler iki yoldan birisini seçerler; direnmek ya da teslim olarak ihanet etmek. “Hollywood Onlusu” diye anılan ve aralarında ünlü senarist yazar Dalton Trumbo’nun da bulunduğu grup tüm baskılara karşın boyun eğmemeyi yeğlerler. Elia Kazan gibileri ise teslim olmakla yetinmezler. Arkadaşlarını ihbar eder, daha da ötesine geçerek utanmadan sermaye sınıfı temsilcileriyle anti-komünizm yarışına girerler.

Trumbo: Spartacus, Exodus, Roma Tatili başyapıtlarının senaristi

Babasının ölümüyle yirmili yaşlarından itibaren ailesine bakmak zorunda kalan Trumbo - on yıl boyunca bir ekmek fabrikasında gece vardiyası dahil- her türlü işte çalışır. Ne var ki, yazmak onun için bir yaşam amacıdır ve koşullar ne olursa olsun yazar da yazar... Hollywood Spectator, Vogue, Vanity Fair gibi magazin dergilerinde eleştirmenlik ve editörlük yapar. 1934’de yazdığı ilk romanı “Eclipse” (Tutulma) ona Hollywood’un kapılarını açar. 1939’da yazdığı ve yaralı bir 1. Dünya Savaşı gazisinin başına gelenlerin anlatıldığı ve tüm kapitalist savaş biçimlerinin yerildiği “Johnny Got His Gun”[1] Amerikan Kitap Satıcıları ödülünü kazanır. Trumbo, ABD’nin en büyük sinema tekellerinden Warner Bros’ta okuyucu olarak işe alınır. Artık oyun ve romanları okuyacak, filme çekilmek için uygun olup olmadıkları konusunda raporlar yazacaktır. Birkaç yıl sonra senaristliğe terfi eder ve ilk senaryosunu yazar. Warner Bros’taki görevi diğer dev sinema tekelleri olan Columbia, Paramount ve 20th Century Fox’taki işler izler. 1937’de M.G.M’ de çalışmaya başlar. 1940lara gelindiğinde eserleri çok beğenilen ve Oscar’la ödüllendirilen Trumbo artık Hollywood’un en saygın ve en iyi kazanan senaristidir.

Mesleğinde bu denli başarılı olan bu sanatçı onurlu bir siyasal kimliğe de sahiptir. 1943’den itibaren Komünist Parti üyesi olan Trumbo, Paul Robeson ve birçok başka değer gibi, Sovyetler Birliği’nin dostudur, İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçilerin destekçisidir, ülkesinin diğer ülkelere karşı verdiği emperyalist savaşlara karşıdır. Sovyetlerin ABD nükleer tehdidine karşı silahlanmasını şu tümcelerle savunur;

“Eğer ben bir Rus olsaydım… ABD’nin nükleer tehdidi karşısında paniğe kapılır ve hükümetimden bir an önce buna karşı önlem almasını isterdim… Bugün Rusya’da büyük olasılıkla durum böyle görünüyor…”

Trumbo, Komünist Parti gibi siyah Amerikalıların yanındadır, kadın erkek eşitliğini ve ırkların eşitliğini savunur. Siyahların özgürlük hareketini ve yurttaşlık haklarını sonuna dek destekler. ABD’nin Georgia ve birçok kentinde 1947'li yıllarda yaşanan linç olaylarına karşı Hollywood Onlusu’nun diğer dokuz üyesiyle bir araya gelerek Truman’a kınama telgrafları çeker, gazetelere ilanlar verir. Daha da ileri giden Onlu, suçluların yakalanması için 100 bin dolarlık bir ödül koymaya kalkarlar! Bununla da kalmazlar;  ICBS televizyonuna başvurarak ırklar arası kardeşliği olumlayan bir şov programı yapması için yönlendirmeye çabalarlar.

Ve Trumbo 1947’de HUAC’ta ifade vermek üzere çağırılır. ABD Anayasasının birinci maddesindeki düşünce ve ifade özgürlüğüne dayanarak ifade vermeyi reddeder. Bunu yapmakla kariyerini ve ekmek kavgasını riske atar ve Komite’nin talep ettiği muhbirliği reddeder. Yoldaşlarını ve dostlarını Amerikan faşizmine teslim etmez. Ona göre, ifadeye çağırılanların sadece 1/3’ünü oluşturan muhbirler “fareler”dir. HUAC’taki konuşmasında ise;

“Reichtag yangınının arifesindeki günlere benzer bir başkent kuruyorsunuz. Alman tarihini bilenler…  bu odanın duman koktuğunu anlayacaklardır. Bu,  bir Amerikan toplama kampının başlangıcıdır” demek suretiyle kendisini suçlayanların gerçek yüzlerini ortaya koyar.

Bedel ağırdır. Trumbo, önce Hollywood Onlusu’nun diğer dokuz kişi gibi bir yıl hapis ve 1000 $ para cezasına çarptırılır. On ay kalır cezaevinde. Kendi kurduğu Senaryo Yazarları Birliği’nden atılır. Hollywood sinema tekelleri tüm anlaşmalarını feshederler. İşsiz kalır, toplumdan tamamen dışlanır, çocukları okula gidemez olurlar. Sonunda ailesiyle Mexico City’ye taşınıp orada yaşamaya başlar. Yine de durmak bilmez. Gun Crazy isimli kara filmin, Billy Mitchell’in Sıkıyönetim mahkemesinin, Oscar’lı film Roma Tatili’nin ve Oscar’lı The Brave One’ın senaryoları bu kentte yazılır. Trumbo senaryolara ismini koyamamakta, takma ad kullanmaktadır. Örneğin en iyi öykü Oscar’ı alan The Brave One’ın senaristi Robert Rich’tir.  İki yıl içinde 18 senaryo yazar ve karşılığında sadece 1750$ alır!

1960lara gelindiğinde baskıların bir miktar hafiflediği görülür. Bir bakıma ABD sermaye sınıfları amaçlarına ulaşmışlar, 300’e yakın sinema sanatçısı ve yönetmeni Hollywood’dan uzaklaştırılmış, sanat yaşamları son bulmuştur. Aralarında göç edenler de vardır, ülkeyi terk etmeyip büyük bir dışlanmanın eşlik ettiği açlık koşullarıyla boğuşanlar da, yaşadıklarının da etkisiyle yaşamını yitirenler de…

Los Angeles’a dönen  Trumbo’nun kapısı çalınır 1958 yılında. Kirk Douglas Stanley Kubrick’in yöneteceği Spartacus’un senaryosunu yazmasını ister. Artık Trumbo adı görünecektir jenerikte. Trumbo 1962’de Yalnız ve Cesur’un, 1965’de Ümitsiz Aşk’ın, 19666’da Hawai’nin, 1968’de Fixer’ın senaryolarını da yazar. 1970’de Laurel Ödülünü alır. 1971’de “Johnny Got His Gun” sinemaya uyarlanır. The Brave One’ın ve Roma Tatili’nin gerçek Oscar sahibinin açıklanması için ise 1975’leri beklemek gerekecektir. Amerikan halklarının tarihine onurlu, inancından ödün vermeyen, cesur bir devrimci olarak geçen komünist senarist, yazar 1976’da hayatını kaybeder.

Amerikan işçi sınıfı tarihinde sadece Trumbolar yok. Düzenin sunduğu maddi ve manevi getirilerle gözleri kamaşıp başları dönen, bunları kaybetmemek için her türlü kötülüğü yapabilenler de var.

Elia Kazan: Yönetmenlikten muhbirliğe

Kayseri kökenli bir Rum halı tüccarının oğludur Elia Kazan. 1912 yılında önce Berlin’e daha sonra da hayatının sonuna dek yaşayacağı ABD’ye göç eder ailesiyle birlikte. Massachusetts’te en iyi üniversitelerden birinde okuyan Elia, 1930'lu yıllarda Group Theatre adlı bir politik tiyatro grubuna girer. 1934’de de bir yıl kadar üye kalacağı Amerikan Komünist Partisi’ne girer. 1940'larda, Thornton Wilder’in “The Skin of our Teeth”i, Arthur Miller’in “Tüm Oğullarım”, “Satıcının Ölümü”, Tennessee Williams’ın “İhtiras Tramvayı”  gibi oyunların da olduğu birçok eseri yönetir. Rus yönetmen Konstantin Stanilavsky’nin öğretisinden bol bol yararlanan Kazan “Brooklyn’de bir ağaç büyüyor”, “Çimen Denizi”, “Boomerang”, “Centilmen Anlaşması” gibi filmlerin de yönetmenliğini yapar. Ne var ki, Mc Carthy dönemiyle birlikte Kazan’ın da kişiliği en hafif deyimle büyük bir bozulmaya uğrar.

Dönüş, 1952’de HUAC’ta verdiği ifadeyle başlar. İlk işi Komünist Parti’nin direktifleri ile iş yaptıklarını söylediği Group Theatre’deki oyuncuları ihbar etmektir.  Partinin her yere sızdığını, üyelerine de bu yönde emirler verdiğini, hücre tipi çalışma yöntemlerini anlatır ballandırarak. İhbar ettiği insanların yaşamlarının birçok ayrıntısına kadar Komite’ye anlatan muhbirin belleği adeta bir bilgisayar gibi çalışmaktadır.  Amerikan halkının çıkarları için dürüstçe çalışmak istediği için ve bu kimselerin iğrenç işlerine karışmamayı uygun bulduğu için ayrılmıştır Partiden. Komünist Partiyle ilişkisi olduğunu düşündüğü hiçbir örgüte bağışta bulunmadığını, ABD başkanlık seçimlerinde de Henry Wallace’ı desteklemediğini, Stockholm “Barış” Bildirisine de vermediğini açıklar;

“…Bugün bütün dünya savaştan korkuyor. Komünistler de bu korkuyu sömürerek barış istediklerini söylüyorlar. Barıştan ne anladıklarını biliyoruz… Komünist felsefeden, Komünist yöntemlerden tiksiniyorum. Düşünce özgürlüğünden, çalışma özgürlüğünden, birey haklarından yanayım… Yönettiğim oyun ve filmlerde hep bu amacı güttüm” der.

Birkaç ay önceki ifadesinde arkadaşlarının ismini vermemekle hata ettiğini de ekler Kazan. “Bu isimleri daha önce açıklamamakla doğru bir davranışta bulunmadığım sonucuna vardım… Gizlilik komünistlerin işine yarar… Amerikan halkı komünizmle savaşabilmek için bütün gerçekleri öğrenmelidir… " yargısında  bulunmayı da ihmal etmez!

Beklenenden de iyidir ifade! Başkan’ın “Sizin gibilerin yardımları olmasa Komünistlerin ‘ihanet mekanizmasını’ kolay kolay ortaya çıkaramazdık. Çok teşekkür ederiz Bay Kazan” sözleri muhbirin ihanetinin vardığı noktayı da gösterir. İhbar ettiği Tony Kraber’ in 1955’deki sorgu ifadesindeki şu açıklama, bu cansiperane yardımının rüşvetini hemen aldığını göstermekte.  Kraber, Kazan’ı tanıyıp tanımadığı sorusunu “Adlarımızı açıkladığının ertesi günü 500 bin dolarlık anlaşmaya imza atan Kazan mı?” diyerek yanıtlar.

İhanetin sonu yok

Kazan için gerçekten de ihanetin sonu yoktur.

New york Times’a uzun bir ilan verir. Bu ilanda bir diktatörlük ve düşünce denetimi örgütü olan Amerikan Komünist Partisi’nin Kremlin’den emir aldığını, komünistlerin demokrasiyi hiçe saydıklarını, kişisel düşünceleri baskıladıklarını, kendisinin ise direnilmesi gereken komünist felsefeden, metot ve düşüncelerden hep nefret ettiğini, yaşamının ilerleyen günlerinde antikomünist filmler yapmayı planladığını anlatır uzun uzun.

“Yeter!” dediğinizi duyar gibi oluyorum ama Kazan’a bu kadarı yetmez.

Saturday Review dergisine Viva Zapata filmi ile ilgili bir açıklama yapar. Kazan’a göre, film “komünistlerin kendi amaçları uğruna, diledikleri gibi kullandıkları bir önderin gerçek kişiliğini ortaya çıkarmıştır”.  Kazan’ın iddiasına göre, filme konu olan kitabın yazarı Steinbeck’le birlikte “iktidara sırt çeviren Zapata’ nın komünist olmadığını” da göstermişlerdir.

Arthur Miller’in “Köprü Üzerinde Bir Manzara” adlı eserinden uyarlanan “Rıhtımlar Üzerinde” filminin repliklerini ve senaryosunu değiştirir. Özce, Miller’ in öyküsünü antikomünist bir filme dönüştürmek için elinden geleni ardına koymaz. Hepimizin bir zamanlar geri planını bilmeden keyifle izlediğimiz film sanat dünyası ve yazarlardan ağır eleştiriler alır.

Kazan 1952’den 1962’ye dek mesleğinde çok başarılıdır!  Oscar dahil birçok ödülle donatılır. Kendi ifadesiyle “gerçekten güzel ve orijinal filmlerini HUAC’taki ifadesi sonrasında” yapmıştır!

Ne var ki, o ünlü ifade bir türlü peşini bırakmaz. Bir başka Mc Carthy kurbanı olan yönetmen Joseph Losey 1972’de Kazan’ın Oscar almasını önler. 1996’da Amerikan Film Enstitüsü ve Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği muhbirliğini gerekçe göstererek yaşam boyu başarı ödülünü ona vermeyi reddederler. Yine de 1999’da iade-i itibar ettirirler Kazan’ı. Sinema Sanatları ve Bilimleri Enstitüsü’nün ömür boyu başarı ödülü verilir yönetmene. Babası Leo Penn’in de bir Mc Carthy kurbanı olduğu Sean Penn başta olmak üzere birçok ünlü, tören sırasında alkışlamaz ve ayağa kalkmazlar. İçerde ve dışarıda yoğun protestolar yaşanır. Destek verenler sadece Yahudi Savunma Komitesi ve Ayn Rand Enstitüsü’dür. Tören sonrasında bazı filmciler Kazan’a destek olabilmek için yazılar yazar ve bu yazılarda Trumbo’yu kullanmaya kalkarlar. Onun Mc Carthy dönemine ilişkin “Suçlu ya da kahraman, şeytan ya da aziz yoktu; sadece kurbanlar vardı” sözlerini aktarır ama Kazan’la ilgili olarak söylediği “En nefret ettiğim ise Kazan’dı; kendisini savunamayacak insanların yaşamlarını söndürdü” tümcelerini es geçerler!

'Bu anlatılan senin de hikayendir'

Trumbo-Kazan ikilisinin öyküsü sermayenin iktidar olduğu baskı rejimlerini yaşayan her ülke aydınının, sanatçısının, akademisyeninin, avukatının, yazarının öyküsü yani hepimizin hikâyesi. Böylesi dönemlerde sermayenin diktatörlüğüne karşı direnenler de oluyor, el etek öpenler de. Egemenlerin önünde boyun eğmeden dimdik duranlar da, yerlerde sürünenler de.

Tarihimizden iki örnek;

Denizlerin asılmaması imza verenler tarihe onurlu kişiler olarak geçtiler. “Kira kontratı imzaladığımı sanmıştım” diyerek imzasını çekenler ise yaratılan korku paranoyasına yenilen korkaklar olarak.  Aydınlar Dilekçesini imzalayanları hiç unutmayacağız; savcılıkta paniğe kapılıp toplu konut senedi sandığı için imzaladığını söyleyip imzasını çekenler, toplumsal konumunu kaybetmemek için imzalamayanlar, Tercüman yazarı Ergun Göze gibi imzacıları antikomünizm sinmiş düzeysiz yazılarla suçlayanlar ise Arthur Miller’in deyimiyle “karanlığın kalbi”ne gömülecekler.

Günümüzde de tarihin tekerrür ettiğini görüyoruz. Ama ne gam!

Direnenler mücadeleleriyle yolumuzu aydınlatacaklar. Onları saygıyla, sevgiyle hep belleklerimizde tutacağız.


[1] Dilimize çevrilmediğini sandığım bu kitabın adını “Johnny silahını omuzladı” diye çevirebiliriz.