Seçim sonrası

23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (BBB) seçimleri, iktidar bloğunun adayının bu defa ezici bir farkla yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu farkın üç aydan kısa bir zaman aralığında nasıl oluşabildiğini yorumlamadan önce, böyle bir sonucun ortaya çıkmasının önemine vurgu yapmak gerekir. İktidarın bütün baskı ve ideolojik çarpıtma araçlarını devreye sokmasına karşın seçimin yeniden muhalefet adayınca kazanılması yeterince büyük bir öneme sahipken, bir de böylesine büyük bir fark yapılması olayın siyasi önemini daha da büyütmüştür.

Bu sonuç siyasette dengeleri yeniden kuracak boyuttadır. İktidarın “yenilmezlik” kibri üç ay arayla yeni bir darbe almış, adeta “yerle bir” olmuştur. AKP’nin seçimle geldiği (merkezi) iktidardan seçimler yoluyla gitmeyeceğine dair muhalefet saflarındaki teslimiyetçi kabullenmeler son bulmuştur. Muhalefetin ve muhalif seçmenlerin, 31 Mart’ta yükselen sonra kısmen aşınan moralleri yeniden zirve yapmıştır. İktidar bloğu içi dengeler de sarsılma istidadındadır. Yalnızca AKP-MHP ittifakı bakımından değil, bu ittifakı oluşturan partilerin iç dengeleri bakımından da yeni gelişmeler kapıdadır. İstanbul’u kaybetmek, özellikle iktidar partisinin kendi içinden bölünme sürecini hızlandırması bakımından belirleyici gözükmektedir.

AKP yetkilileri şimdilerde “keşke bu seçimi yenilemeseydik” yakınması içinde olabilirler. Çünkü 31 Mart’ta oluşan küçük oy farkı, merkezi iktidarın İstanbul BB kararlarına müdahalelerinin daha az göze batmasına yol açabilirdi. Belki, sadece belki, “topal ördek” yakıştırmasını daha gerinerek kullanabilirlerdi. Üstelik 31 Mart sonuçlarına itirazlarını bir noktada kesip seçim adaletine inanıyormuş gibi yaparak buradan kendilerine bir itibar kırıntısı hasat etmeyi bile umabilirlerdi. Oysa şimdi birinci şamar yetmemiş, üzerine sıkı bir pataklanmayı istemiş ve bunu haketmiş duruma düşmüş oldular. Siyaseti okuma becerilerinin bu denli körelmesi hayırhah bir durumdur diye şimdilik not edelim.

Muhalefet partileri ve seçilmiş başkan İmamoğlu, kuşkusuz seçimlerin yenilenmemesi (yenilenirse de ilçe belediye başkanları ve belediye meclisleri için de gerçekleşmesi) için az çaba göstermediler. Ama şimdi geriye bakınca, “iyi ki bu seçimler yenilendi ve farkın bu ölçüde açılmasıyla bize daha rahat bir başkanlık yapma yolu açılmış oldu” diye düşünüyor olmalılar. AKP’li meclis çoğunluğu üzerinden (bizzat RTE talimatlarıyla) gelebilecek ‘karar süreçlerini tıkama’ hamlelerinin şimdi artık İstanbullulardan çok daha büyük tepki göreceği için geriletilmesi daha kolay olabilecek gözüküyor.

Okulların uzun yaz tatili dönemine girdiği bir dönemde oy kullanma oranının yükselmesi de bu sahiplenmenin lafta kalmayacağını gösteriyor. B. Yıldırım’ın oylarındaki 235 bin civarındaki erimeye E. İmamoğlu’nun oylarındaki 560 bin civarındaki artışın eşlik etmesi, bu sahiplenmenin nasıl bir toplumsal seferberliğe yol açmış olduğunu kanıtlıyor. Bu seferberlik ve dayanışma, iktidarın sınır tanımaz haksızlıklarına karşı yapılmış yeni bir Haziran direnişini oluşturmuştur adeta. Bu bakımdan da otokrasiye karşı toplumsal tepkinin örgütlenmesinde ve dolayısıyla siyasi mücadelede yeni bir eşik anlamına da gelmektedir.

***

Peki, üç ay içinde sonuçları bu denli pekiştiren bir süreç nasıl yaşandı?

Bir kere, İmamoğlu’nu başkanlıktan düşürmek için ileri sürülen uyduruk gerekçeler ve dört oydan sadece birinin geçersiz sayılmasına yönelik YSK kararı, iktidar seçmeninin dahi adalet duygusunu ve vicdanını tatmin edemedi. Haksızlığa/adaletsizliğe uğrama ve mağduriyet bu defa muhalefet tarafına geçmişti. 

İkincisi, AKP ve MHP, milletin aklıyla/zekâsıyla alay edercesine üç ay içinde birbirine tamamen zıt siyasi tavırlar geliştirmenin bedelini ödediler. “Beka” söyleminden Öcalan’ı ve Barzani’yi devreye sokmaya varan bir siyasi savrulmaya taraftarlarının uyum sağlamasını beklediler. Bunun, Kürt seçmeni bile ikna etmesinin mümkün olamayacağını, ama Kürt olmayan seçmen üzerinde daha da itici etki yapacağını göremediler. Her dönem farklı kalıplara/farklı ittifaklara girmeyi ve bunu seçmenine kabul ettirmeyi becerebilen siyasal İslamcı hareket, bu zikzakların yarattığı bıkkınlık birikimini hesaba katmadan bu defa üç ay içinde akıl almaz bir siyasi kıvraklık sergilemeye kalkışınca, kendi samimiyetsizliğinin görünür olmasını kendi elleriyle hazırlamış oldu. Seçim kazanmak için her türlü manevraya, “şeytanla” bile ittifak yapmaya açık bir ilkesizlik siyasetini olanca çıplaklığıyla sergilemiş oldu.

Üçüncüsü, bıkkınlık verecek biçimde muhalefetin adayına hakarete varan suçlamalara yöneldi. “Pontuslu” diyerek bütün bir Karadeniz kökenli seçmenin antipatisini göze alabildi. Gerçek-üstü bir yakıştırmayla, üstelik seçmen gözünde bir anlamı olmayacak biçimde muhalefet adayına “Sisi” benzetmesi yaptı. Buna Fetö suçlamalarını da kattı. Bu suçlama ve aşağılamalardaki ifrat düzeyi, iktidarın inandırıcılığını tükettiği gibi kendine ve adayına güveninin olmadığının dolaylı kanıtları olarak da algılandı. 23 Haziran’a kadar rakipleri hakkında her türlü yalana-dolana, hakarete, samimiyetsizliğe başvurup yani “günaha” girip, daha sonra Numan Kurtulmuş’un harika özetlemesiyle “23 Haziran’ı geçelim, ondan sonra gerekirse siyasi bakımdan tövbe-istiğfar ederek yanlışlarımızdan kurtulacağız” samimiyetsizliğine savrulmak, kitlelerin gözünden kaçmadı.

Dördüncüsü, seçmen her iki seçimde de (ikinci seçimde daha fazla olmak üzere) negatif siyaset diline tepkisini gösterdi. “Ayrıştırıcı dil” devrinin bittiğini vurgulamış oldu. Bu dil en çok RTE’yi temsil ettiği için onun kampanyaya aktif katılımı iktidar aleyhindeki sonuçları büyütücü etki yaptı. 

Beşincisi, RTE’nin, kendisine ısmarlama elbise gibi biçtiği Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) içinde “hâkim-i mutlak” bir konuma gelmesine rağmen siyasi açlığını giderememesi ve İstanbul başta olmak üzere önemli belediye başkanlıklarını da perde arkasından yönetmeye talip olmasının halkta yarattığı infial de önemli bir etkendir. Tarafsız olmasını bekledikleri bir Cumhurbaşkanının fiili İstanbul adayı gibi ortalığa çıkmasına tepki duyulmuştur. Bu, CYS’ne dolaylı bir tepki olarak da düşünülmelidir. 

Altıncısı, 25 yıllık yıpranmışlığın etkilerini, İmamoğlu’nun kitlelere ulaşabilme potansiyelini hesaba katmadan gelişmeler doğru değerlendirilemez. Burada hatırlanması gereken, 18 günlük İmamoğlu icraatının İstanbulluya hizmette içerdiği olumluluklar kadar geçmiş dönemin israf ve yolsuzluklarını açığa çıkarmasının (ve iktidarın bunları engelleme teşebbüslerinin) kitlelerde yarattığı etkilerdir. 

***

Bunların hepsinin toplamı olarak, Cumhur İttifakı ve ortak adayları, yeni seçmen neslinin çok gerisinde kaldıklarını anlayamamışlardır. Seçmenlerin yarısından fazlası, siyasal İslam 1994’te İstanbul’u ilk ele geçirdiğinde ya doğmamış ya da 10 yaşını bile bulmamışlardı. Hatta 17 yıl önce AKP merkezi iktidarı ele geçirdiğinde henüz ilkokulda olanlar açısından bile durum çok farklı değildir: AKP dışında bir iktidar yüzü görmemişlerdir. AKP ve müttefiklerinin merkezi ve yerel iktidar pratiklerinin artık genç seçmen nesli için taşıdığı negatif anlamı iyi değerlendirmek gerekir.

AKP’nin değerlendiremediği sadece bu değildir. Yukarıda sıralandığı gibi her şeyi yanlış yapıp sonra olumlu sonuçlar beklemek herhalde bir siyasi zekâ belirtisi değildir. Sonuçta “Pontuslu Sisi” dediğinizi İstanbul BBB kazandığı için kutlamak zorunda kalmak da herhangi bir zekâ pırıltısı içermemektedir.

Şimdi sol siyasete düşen, hangi partinin adayı tarafından yönetilirse yönetilsin yerel yönetimlerin sermayenin ve merkezi iktidarın değil yerel halkın taleplerine uygun programlar uygulamasını denetlemek ve bunun için gerekli toplumsal baskıyı oluşturmaktır.