Nevzat Evrim Önal

Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…

Nevzat Evrim Önal

13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.

Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1
Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2

Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.

***

Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.

Marksist teori bize şunları söylüyor: 

  1. Kapitalist üretim biçimi olgunlaştıkça, birikmiş toplam sermaye miktarı öylesine büyür ki, bu birikimin toplumun olağan üretim döngüsü tarafından sürdürülmesi giderek zorlaşır ve kâr oranları düşer. Dolayısıyla kapitalizmin tekelleşme eğilimi ile kâr oranlarının düşme eğilimi arasında çok güçlü bir ilişki vardır.
  2. Ne var ki tekelleşme, liberallerin iddia ettiğinin aksine rekabeti ortadan kaldırmaz. Rekabet, tarafların elindeki ekonomik ve politik gücün boyutları nedeniyle çok daha yıkıcı olabildikleri bir düzlemde, emperyalistler arası rekabet olarak sürer.
  3. Rekabet, kâr oranlarının düşüren temel faktörlerden biridir. Sermayedarlar, dünyadaki bütün pazarların hızla doyduğu bir ortamda ürettikleri metaları rakiplerinden önce satabilmek için kârın bir kısmından vazgeçmek, fiyat kırmak zorunda kalırlar.
  4. Bu ortamda, ekonomiye yaptığı müdahalelerle ulusal pazarı düzenleyen, sermayenin yurt içi rekabetini baskılayan ve tüm rekabet gücünü yurt dışına yönelten, uluslararası arenada da onun rekabet aracı olarak hareket eden güçlü bir devlet, bir ülkede yerleşik olan sermayenin kâr oranlarını yükseltici bir etki yaratabilir.

Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.

***

Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3

Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa da emek piyasasını) sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyerek4 ve sermayenin tüm rekabet gücünü dışarıdaki rakiplerine yönlendirerek bir toparlanma ve yüksek kâr oranları sağladı.5

Çin ve Rusya deneyimi hem bir örnek yarattı hem de bu iki ülke, Türkiye ya da Macaristan gibi gelişkin bir kapitalist ekonomiye sahip ama uluslararası rekabet açısından zayıf ülkelerin, Batı ittifakının kendi politik üstünlüğünü korumak için dayattığı “liberal demokrasiyle sınırlandırılmış devlet” zorunluluğu olmadan ekonomik ilişkiler kurabileceği birer alternatif haline geldi. Bu durum, bilhassa Batı emperyalizminin finansal yapısına olan tüm güvenin sarsıldığı 2008 kriziyle birleştiğinde, bu finansal mekanizmaların “veren” tarafında bulunan ülkelerin merkezkaç dinamikleri çok şiddetlendi.

Buna ek olarak bilhassa Çin, sunduğu büyük kâr fırsatlarıyla, dünyanın her yerinden sanayi sermayesinin göç ettiği bir merkeze dönüştü. Bu, sermayeyi getirenin kendi egemenliğini dayattığı bir “sermaye ihracı” olarak görülemeyecek bir süreçti zira Çin devletinin otoritesi, buraya göç eden sermayeye kendi kurallarını dayatabiliyor ve bu kuralların ihlal edilmesi durumunda çok ağır yaptırımlar uygulayabiliyordu.

Bir kez daha, geçerken söylüyorum: Dünyanın her yerinden kapitalistlerin, yatırım yapmak için bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’e akın etmiş ve ediyor olması, liberallerin “sermaye bağımsız yargı ve liberal demokrasi ister” nakaratının kökten yanlışlanmasıdır. Sermaye tek bir şey ister: Kabul edilebilir bir risk karşılığında daha yüksek kâr oranı.

Bu sermaye göçü sonucunda Çin’in dünyanın en büyük sanayi üreticisi haline gelmesi ve 2008 kriziyle birlikte finansın ağırlığının fazlaca arttığı durumların genel sermaye birikimi açısından barındırdığı risklerin açığa çıkması, ABD sermayesinin giderek büyüyen bir kesimi tarafından ABD devletinin Soğuk Savaş'ın başından bu yana yürüttüğü emperyalist stratejinin sorgulanmasına neden oldu. Bu strateji, ABD'nin egemen emperyalist ülke olarak ittifak matrisinde yer alan ülkelerdeki sermaye çıkarlarını da emperyalist hiyerarşi çerçevesinde kollama görevi üstlenmesi ve bunun için gereken (bilhassa askeri) maliyetlere katlanması manasına geliyordu. Ne var ki 2008 krizinden itibaren şiddetlenen hegemonya bunalımı ABD'nin "büyük birader" statüsünün en yakın müttefikleri tarafından dahi sorgulanmasına neden olmuştu. Bu ortamda Trump'ın bu strateji ve bu stratejiye uygun bir federal devlet aygıtı yerine önerdiği, çoktan dağılmış olan emperyalist dünya sisteminin bekasını sağlamaya değil salt ABD emperyalizminin çıkarlarını ilerletmeye yönelik, eski ittifak matrisine bağlı kalmayan, kolaylıkla ittifak kurup bozabilecek yeni bir strateji ve bu stratejiye uygun devlet aygıtı, ABD sermaye sınıfının büyük bölümü tarafından tercih edildi. Şu anda Trump ve ekibinin ABD’nin federal devlet aygıtını yıkıp yeniden kurarken ellerine motorlu testere falan alıp sergiledikleri “zücaciye dükkanına dalmış fil” şovu kimseyi kandırmasın; yapılmakta olan uzun süredir üzerinde çalışılmış bir modelin hayata geçirilmesidir. Bu modelde ABD devleti Amerikan sermayesinin çıkarlarını rakipler karşısında (ve artık sadece Çin ya da Rusya değil herkes rakiptir) ilerletmek için çok daha "serbest" biçimde, herhangi bir kurala bağlı kalmadan hareket edecek ve bu modelin doğası gereği “olağanüstü hal” olağanlaşacak, Başkan bir çeşit Sezar'a dönüşecektir.

Gelelim Türkiye’ye ve TÜSİAD-AKP gerilimine.

***

Türkiye’de yukarıdaki özelliklere sahip bir devlet aygıtı çoktan kurulmuş durumda ve Türkiye sermaye sınıfı, başta da TÜSİAD, yıllardır bu güçlü ve “görece özerk” devlet aygıtının sağladığı olağanüstü olanakları değerlendirerek semiriyor.

Bugün Erdoğan bunları hatırlatarak TÜSİAD’a had bildirirken kuşkusuz kendi kişisel iktidarının sürekliliğini korumak için hareket ediyor ve “bensiz yapamazsınız” diyor, ama bir yandan da kurulan yeni devlet modelinin “raconunu” hatırlatıyor. Bu modelde Reis’in hakkı Reis’e verilecek, onun politik otoritesini sarsacak biçimde hareket edilmeyecektir. Zira sermayenin yararına ve işçinin zararına her türlü idari tasarrufun “milli çıkar” olarak kutsallaştırılabilmesini sağlayan, devletin ideolojisi kadar, Reis’in sorgulanamazlığına da dayanan bu otoritedir.

Bugünün dünyasında, hele ki ABD’de dahi böyle bir Başkanlık modeli hayata geçirilirken, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları, yürütmenin mevcut otoritesinin budandığı ve yasama ile yargıya tabi hale getirildiği zayıf bir devletten değil tastamam bugünkü devlet aygıtından yanadır. Türkiye sermayesi ya da onun en tekelleşmiş bölmesi olan TÜSİAD bir kez daha Erdoğan’ın aşağılamak için kullandığı “komprador” mertebesine geri dönemez; Batı’nın emperyalist tekelleriyle Türkiye’nin olanaklarını öncelikle onlara kullandırmaya dayalı uşakça bir “ebedi küçük ortak” ilişkisi kuramaz. Bunu artık vatansever oldukları için falan değil, son yirmi yıl boyunca yaptıkları birikimle artık yabancı tekellerden dökülenlerle yetinemeyecek ölçeklere ulaştıkları için yapamazlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “şahsına” değil, ama güçlü bir devlet aygıtı ve kim olduğundan bağımsız o aygıtı yönetecek güçlü bir Reis’e muhtaçlar.

Bu aygıt kurulurken Erdoğan’ın kurucu Reis olmaktan dolayı elde ettiği merkezi rol ise TÜSİAD’ın çelişkisidir. 

***

TÜSİAD vakası, bütün bunların yanı sıra bir şey daha gösterdi: Bu ülkede “muhalefet”in nasıl umarsızca patronsever olduğunu.

Yazının başında alıntıladığım Ruşen Çakır videosu sadece bir örnek. Muhalefet cephesi, TÜSİAD’ın da Erdoğan’dan yediği azardan sonra artık bu cepheye dahil olmak zorunda kalacağı beklentisi ile sevindirik olmuş durumda. Oysa Erdoğan’ın aksine TÜSİAD’ın koruması gereken bir popülaritesi ya da imajı yok, sadece kâr oranı var. Sermaye için ne laiklik hayatidir ne de demokratik özgürlükler ya da insan hakları, dolayısıyla adapte olacaklardır.

Dolayısıyla iki laflarından biri “saray rejimine karşı en geniş ittifak” olanların biz komünistleri Erdoğan-TÜSİAD geriliminde taraf seçmediğimiz için “solcu kibiriyle” suçlamalarına uzun uzadıya yanıt vermemize gerek yok. Onların “kibir” dediği şey kafalarının hiç basmadığı ve ilk fırsatta vazgeçtikleri teoridir, Marksizmdir. Gerisini hayat öğretecektir.

Öte yandan, bütün bu yazdıklarımız, yaslandığı teorik zemin sayesinde diğerlerinden daha tutarlı olsa da nihayetinde bir yorum. Oysa aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu konuda ise tartışmaya devam etmek üzere tek bir şey söyleyelim ve bu haftalık bahsi kapatalım: 

Sermaye sınıfının giderek her ülkede politik arenada yumurtalarını daha fazla “tek sepete koymak” zorunda kalacağı ve bu sepet sepet yumurtanın da birbiriyle tokuşturulacağı bir döneme giriyoruz ve bu dönem insanlık açısından kuşkusuz büyük tehditler, belki bir dünya savaşı ihtimali barındırıyor. Ne var ki siyasette büyük tehditler daima büyük fırsatlar doğurur. Sermaye diktatörlüğünün kanlı canlı kişilerde somutlanacağı önümüzdeki dönemde işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurabilen ve onun adına söz söyleme becerisi kazananlar, bu canlı putların her biri yıkıldığında, Çar’ın devrildiği günlere benzer fırsatlar yakalayacaklar.

İşimiz sermayenin herhangi bir fraksiyonuna kuyruk olmak değil, bu fırsatları değerlendirmeye hazır bir işçi sınıfı örgütlülüğü yaratmaktır.

  • 1

    Bu tehdidi iyi anlaşılsın ve korku büyüsün diye tercüme etmek, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde liberal bozguncu Ruşen Çakır’a düştü: https://www.youtube.com/watch?v=vOwYuDRQads

  • 2

    Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400

  • 3

    Anlamazlıktan gelip konuyu çarpıtmaya meyilli liberaller için dipnot: Bu müdahalelerde devrilen Slobodan Miloseviç, Eduard Şevardnadze, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin halkçı ya da yurtsever falan olduğunu değil, ulusal sermayenin çıkarlarını emperyalist sermayeye karşı savunmaya çalıştıklarını söylüyorum.

  • 4

    Bunlara örnek olarak Putin’in kimi Rus “oligark”lara had bildirme operasyonları ya da Çin’de düşük ücret rejiminin Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi salt açlık ücretlerine dayandırılmaması ve komünist dönemden kalan başta barınma olmak üzere temel ihtiyaçların devlet tarafından desteklenmesi mekanizmaları yoluyla işçi sınıfı açısından sürdürülebilir kılınması gösterilebilir. 

  • 5

    Kâr oranlarını takip etmek için ekonomik büyüme çok iyi bir gösterge olmasa da, şu grafikteki tarihsel seyire bakılabilir https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=CN-RU-1W-EU-US&start=1991. Rusya’daki toparlanma ile Çin’in açık ara ve sürekli yüksek büyüme oranı bu ülkelerdeki güçlü ve müdahaleci devletin sermayeye sağladığı avantajı gösteriyor.