Nevzat Evrim Önal

Tarihte adaletin en görkemli biçimde tecelli ettiği vakaların tümü birer “suç”, tipik olarak da “devlete isyan suçu” olarak başlamıştır.

Hak! Hukuk! A-da-let!

Nevzat Evrim Önal

Bu yazının başlığı, son haftalardaki eylemlerde sık sık atılan sloganlardan biri.

Gayet anlaşılır, çünkü eylemlerin fitilini ateşleyen yargı operasyonu ve devamında yaşananlar, neresinden bakarsanız bakın çok sayıda hukuksuzluk barındırıyor. İktidar, “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı”, “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” ve “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başta olmak üzere Anayasa’da yer alan neredeyse bütün hak ve hürriyetlere pervasız biçimde savaş açmış durumda. Çok basit bir örnek verelim: Şu anda tutuklu ya da ev hapsinde tutulan, haklarında kesinleşmiş hüküm bulunmayan üç yüzden fazla gencin büyük bölümü, üniversitelerinde dün itibariyle başlayan bahar dönemi ara sınavlarına giremiyor ve eğitim alma haklarına tecavüz ediliyor.

Ama gelin, bu üç kavram üzerinde biraz düşünelim. Hak, hukuk ve adalet…

***

“Hukuk” Arapça kökenli, kelime kökeni itibariyle “haklar” demek. Öte yandan gerçek hayatta herhangi bir hukuk sistemi sadece haklar değil, bolca miktarda yasak da içeriyor. Dolayısıyla hukuku en genel anlamda “mevcut toplumsal düzenin sürmesi için yürürlükte olan ve devlet tarafından uygulanan kurallar bütünü” olarak tanımlayabiliriz.

Modernite öncesi dönemden modern döneme ve kapitalizm öncesi toplumlardan kapitalist topluma geçişte bu başlıkta yaşanan en önemli değişim, hukukun üstünlüğü ve objektifliğinin genel bir kural haline getirilmesiydi. Yani yasama kanunları herkesi bağlayacak biçimde koyacak, yargı da bu kanunları herkese aynı biçimde uygulayacaktı.

Bu ilke, modern devletin en temel meşruiyet kaynağıdır ve son eylemlerde de gördüğümüz üzere, modern toplumun yoksul, ezilen kitlelerinin hukukun üstünlüğünden yana olmalarının temel sebebidir. Maddi zenginliğin güç demek olduğu günümüz toplumunda sıradan emekçi insanlar, objektif hukukun, vaat edildiği üzere onları zenginlerin ayrıcalıklarından korumasını; örneğin zengin piçinin teki bir yaya geçidinde sıradan bir insanı ezdiğinde yargının en azından babasının cüzdanının ne kadar dolu olduğuna bakmadan cezasını vermesini, böylece ne denli zengin olursa olsun herkesin ayağını denk almasını sağlamasını arzu ve talep etmektedir.

Ne var ki, modern toplumun sınıfları arasındaki zenginlik farkı sürekli büyümektedir. Zenginlerin zenginliği ile yoksulların yoksulluğu arasındaki uçurum genişledikçe, bu çelişkinin ağırlığı başka pek çok şey gibi hukukun da üzerine binmektedir.

***

Tartışmayı biraz daha derinleştirelim: Bir toplum sınıflara bölünmüşse, yani esasen egemen bir azınlık ve ezilen bir çoğunluktan oluşuyorsa, bu toplumda nasıl bir hukuk işler ya da işleyebilir?

Platon, temel eseri Devlet’te, Thrasimahos’un ağzından bu konuda hayli sinik bir argüman öne sürer:

Diyorum ki, adil olan kudretlinin çıkarına olandan başka bir şey değildir. (...) bazı şehirler tiranlarca yönetilir, bazılarında demokrasi, diğerlerinde aristokrasi vardır. Her birinde iktidar sahipleri efendidir. Ve her hükümet biçimi kendi çıkarını göz önünde tutarak yasalarını yapar (…) ve bu şekilde yasalar yaparak kendilerinin, yani yönetenlerin çıkarına olanın tebaaları için adil olduğunu iddia ederler.”1Platon, tüm felsefi kariyeri boyunca egemen sınıfın yanında yer almış bir gericiydi; bu satırlara işlemiş sinizm de onun için kendi arzu ettiği hukuku “kaçınılmaz” göstermenin bir yoluydu. Ne var ki insanlık tarihinin bütününe baktığınızda, Platon gibi “egemenlerden erdem, ezilenlerden itaat” bekleyen ve bu sağlandığında mükemmel bir düzen kurulacağını hayal eden gericilerin sürekli hayal kırıklığına uğradığını görürsünüz. Çünkü toplumun sınıflara bölünmesinden bu yana insanlığın tüm tarihi, egemenler ve ezilenler arasında itaatin armonisinin değil mücadelenin kakofonisinin tarihidir ve toplum sınıflara bölünmüş olduğu müddetçe de böyle kalacaktır.

İçinde yaşadığımız toplum ve onun hukuku söz konusu olduğunda durum bilhassa böyledir; çünkü modern toplumu kuracak olan burjuva devrimleri, eski rejime, yani krallar, soylular ve din adamlarına karşı “üçüncü zümrenin”, yani sadece burjuvalar değil aynı zamanda ezilen yoksulların, bilhassa da kentli emekçi yoksulların ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Modern toplumun tek kurucu sınıfı burjuvazi değildir; bu yüzden modern toplum, daha en başta yeni egemen ve ezilen sınıf arasında bir müzakere ile kurulmuştur. Hemen hemen her modern devletin Anayasası da, bu Anayasalara temel teşkil eden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de bu müzakerenin sonucudur.2Üstelik bugün aşağı yukarı evrensel nitelik kazanmış hakların hemen hepsi, örneğin seçme ve seçilme ya da grev hakkı, ezilen kitleler tarafından sayısız insanın hayatını kaybettiği büyük mücadeleler sonucunda kazanılmıştır.

Bugün bir kalemde üzeri çizilmek istenen budur.

***

Peki, neden? Burjuvaziye, yani toplumun üretim olanaklarını elinde bulunduran sermayedar sınıfa rahat mı battı?

Tam olarak böyle, çünkü sermaye kendisini en az sınırlandıran, en “liberal” koşullarda dahi asla rahata eremez. O, Marx’ın çok isabetli biçimde tespit ettiği gibi, her denge durumundan rahatsız olmalı, dolayısıyla her uzlaşıyı yıkmalıdır:

“[S]ermaye, onu sınırlayan engellerin ötesine geçmeye yönelik sonsuz ve sınırsız itkidir. Onun için her sınır [aşılacak] bir engel olmalıdır. Aksi takdirde sermaye (yani kendi kendisini yeniden üreten para) olmaktan çıkar. Eğer herhangi bir engeli bir sınır olarak görmeyip içinde huzurlu hale gelseydi, kendisi değişim değerinden kullanım değerine alçalırdı.”3Yani çok basit ama aynı zamanda çok temel, sermayenin varoluşuna dair bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Sermaye, sınırsızca biriken, limiti sonsuza giden ve sürekli bu yönde büyümek zorunda olan zenginlik demek. Ama madde sonlu. Toplumun üretme kapasitesi ve satın alma gücü sonlu, doğal kaynaklar sonlu. Bunun dışında, insanların eşitsizliğe sabrı ve itaati de sonlu. Sermayedar sınıf, tüm bu sonluluklar karşısında durmaksızın kendi zenginliği ile sıradan insanların sahip oldukları geçim olanakları arasındaki farkı sonsuzlaştırmaya çalışıyor. Bunun sonucunda, örneğin Türkiye’de sayıları 35 tane olan dolar milyarderlerinin toplam serveti, nüfusun yoksul yarısının yani yaklaşık 42 milyon “yurttaş”ın mal varlığının toplamının üç katına ulaşmış durumda.4
Tek bir kişinin milyonlarca başka kişi kadar parası olduğu durumda, modern toplumun üzerine kurulu olduğu yurttaşlık hukuku anlamsızlaşır. Yaşadığımız çok boyutlu krizin temelinde bu var.

***

Bu yüzden, hukuk ile adaleti birbirinden ayırmak zorundayız. Hukuk, mevcut sınıf çelişkilerine dair iyi kötü sürdürülebilir bir toplumsal kurallar bütünüdür, adalet ise bu tarihselliği aşar. Örneğin kölelik, apartheid ya da holokost uygulandığı ülkelerde “yasal”dı, ama aklı başında hiç kimse “adil” olduklarını savunamaz.

Adaletin temelinde “her insan eşit doğar” prensibi vardır. Bu yüzden adalet ancak toplumsal eşitlikle sağlanır. İnsanları daha eşit kılan her gelişme adaletin de ilerlemesine (ek olarak bireylerin adalet duygusunun güçlenmesine) hizmet eder ve insanların arasındaki eşitliği bozan her gelişme aynı zamanda adaleti de eksiltir.

Kapitalist toplumun sadece gerici ve baskıcı değil liberal, özgürlükçü vb. tüm ideolojileriyle üstünü örtmeye çalıştığı temel gerçeklerden biri budur: Zenginlik yasaldır, ama adaletsizdir.

Bu yüzden, 19 Mart’tan bu yana yaşanan eylemlerin eylemciler cephesinde, CHP tarafından da körüklenmekte olan ve kimi kamuoyu araştırmalarına yansıyan en büyük yanılsama, “adalet” ve “ekonomi”nin bağımsız iki ayrı sorun başlığı olarak görülmesidir.5Çünkü genel anlamda da, son süreçte de tüm adaletsizlikler, zenginler cephesinden yoksullar cephesine doğru uygulanmaktadır. Kimi AKP kabadayıları tarafından savrulan, “artık seçimle meçimle bizi yenemezsiniz” ve “diz çökeceksiniz” tehditlerinin pervasızlığı, cesaretini son tahlilde ne “Anadolu devrimi” dedikleri, devrimci hiçbir tarafı olmayan gelişmelerden, ne İslamcı ideolojinin kendisini dev aynasında görmesinden alıyor. Devlete çöreklenmiş gerici yobazlar insanlığın tarihsel kazanımlarına savaş ilan etme cesareti buluyor, çünkü kendilerinin sermayedar sınıfın sahip olduğu devasa, adaletsiz zenginliğin en büyük savunucusu ve koruyucusu olduklarını, dolayısıyla bu zenginliğin sahiplerinin kendilerini desteklemek zorunda olduğunu ve arkalarında bu destek bulunduğu sürece her türlü adalet talebini ezip geçebileceğini düşünüyorlar.

Bu yüzden modern toplumun temelinde olan, ezilen çoğunluğun egemen azınlığa gösterdiği rıza ve ikisi arasındaki uzlaşmanın yerine, Modernite öncesi toplumların temelinde olan zora ve dinsel dogmaya dayalı iktidarı koyabileceklerini zannediyorlar. Üstelik bunu hukuksuzlukla değil, hukuku kendi gerici, karşı devrimci siyasi çerçevelerine göre yeniden yazarak yapmayı planlıyorlar. İslamcılık ve Ülkücülük arasında kurulan, şimdi Kürt Milliyetçiliğini de dahil etmeye çalıştıkları gericilik ittifakının siyasi programı bu.

***

Ne var ki, tarihteki tüm gerici iktidarlar gibi, bir şeyi hesap etmiyorlar.

İnsanlık zaman zaman yenilebilir, ama büyük şairin dediği gibi “mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta.” Egemenlik karşısında teslim olmak, boyun eğmek, diz çöküp kabullenmek insanın insanlığından vazgeçmesi demektir. Tek tek insanlar bunu yapabilir. Hatta kalabalıklar halinde de yapabilir. Ama tarihten çıkartacağımız bir ders varsa, o da insanlığın adaletsizlik karşısında, bu adaletsizlik ne denli yasal olursa olsun, asla sonsuza dek diz çökmeyeceğidir.

Bu yüzden, adaletsizliği korumak için yazılmış herhangi bir yasa, altında kimin imzası olursa olsun ya da yüzde kaç oyla kabul edilirse edilsin hükümsüzdür. Hükümsüzdür, çünkü adaletin her insanın kişiliğine kazınmış ve ancak o insan alçalarak insanlıktan çıkarsa silinecek bir ruhu vardır. Bir kuşak boyun eğse de, bu “ruh-i mücerret” doğan her yeni kuşakla beraber tekrar doğrulur, er ya da geç alçaklığa galip gelir ve adalet, ayrıcalıklarını hukukla savunmaya çalışan adaletsizlere kendisini ibret verici biçimlerde uygular.

Tam da bu sebeple ve hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde, tarihte adaletin en görkemli biçimde tecelli ettiği vakaların tümü birer “suç”, tipik olarak da “devlete isyan suçu” olarak başlamıştır.

Gönül rahatlığıyla inanabilirsiniz, insanlık diz çökmeyecek, boyun eğmeyenler mutlaka kazanacak ve eşit, adil dünyayı kuracak.

Bu yüzden, dün itibariyle kent meydanlarından yükselmeye başlamış olan “Hükümete Diz Çökmüyoruz” sesine kulak vermekle kalmayın, ses verin. Adalet umudu bu cürette saklı…