Nevzat Evrim Önal

Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.

‘Alla Turca’ asalaklık

Nevzat Evrim Önal

Kapitalist üretim biçiminin tarihsel çözümlemesinde sermayedar sınıfın “devrimci” ya da ilerici niteliği (hatta böyle bir niteliği bulunup bulunmadığı) çok tartışılmıştır. Örneğin Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da burjuvaziye atfettikleri devrimcilik ile, 1867’de yayınlanan Kapital’in birinci cildinde Marx’ın sunduğu sermaye eleştirisi yan yana konduğunda, birinci metinde bu iki büyük komünistin 1848 devrimlerinin heyecanıyla biraz “aceleci” davrandıkları iddia edilebilir.

Ne var ki bu, yüzeysel bir okuma olacaktır. Marksizm, burjuvazi kendi devrimini yapar ve yeni egemen sınıfa, yani sermayedar sınıfa dönüşürken, kendi çıkarları doğrultusunda topluma dayattığı yeni üretim biçiminin eski üretim biçimi karşısında devrimci olduğunu savunur. Yani burjuvazi bir yanda, zaman içerisinde gerici ve despotik bir nitelik kazanmak zorunda olan kendi sınıf egemenliğini kurmaktadır. Diğer yanda ise, bu sınıf egemenliğinin tek güdüsü sermayenin sonsuzca biriktirilmesidir ve ortaya çıkan piyasa temelli yeni ekonomik düzende bu ancak piyasanın sonsuzca büyümesiyle mümkündür. Dolayısıyla yeni düzen daha en baştan sanayi devrimiyle insan emeğinin üretkenliğini ölçüsüz biçimde artırmıştır ve sürekli daha da artırmaya koşulludur.

Yani Marx ve Engels’in yazdıklarında bir tutarsızlık yoktur; burjuva devrimi ve kapitalizm çelişkilidir. 

Bu sistem makineleşme ile emek üretkenliğini artırır, ama ücretlerin artmasını engeller ve üretilen mallar satılamaz, ekonomik kriz yaşanır. Benzer biçimde bu sistem emek üretkenliğini artırır ama derdi olabildiğince çok üretip satmak olduğu için çalışma saatlerini kısaltmaz; aksine makineleşme çalışmayı fiziken kolaylaştırdığı için çalışma saatlerini uzatır ve ezilen sınıfın yaşantısı yorgunluk açısından neredeyse kölelerinkinden farksız sürüp gider.

Burjuvazinin devrimciliği, böyle nalıncı keseri gibi sırf kendine yontan bir devrimciliktir. Öte yandan kapitalizmin gelişimini sağladığı üretici güçler, burjuvazinin elinden alındığında tarihte görülmemiş bir refah, eşitlik ve özgürlük toplumu kurulabilir. Komünistlerin hedefi budur.

Dolayısıyla mesele, işçilerin emeği sömürülerek biriktirilmiş, yani aslında toplumsal olan zenginliklere; daha da önemlisi zenginliğin sürdürülmesinin olanakları olan üretim araçlarına toplum adına el koymak, bu olanaklara çökmüş olan asalak sermayedar sınıfı mülksüzleştirmektir.

Son haftalarda Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın kürsüsüne de yansımış canlı bir tartışma yürüyor: Sermayedar sınıfın zenginliği cumhuriyet fikrinin ve fiilen cumhuriyet rejiminin altını oyuyorsa, cumhuriyetçiler nasıl davranmalı? Komünist cumhuriyetçiler kapsamlı ve rıza aranmayan devletleştirmeyi savunuyor. Bu pozisyona karşı çıkanlar da var. Örneğin Özdemir İnce, Cumhuriyet gazetesinde birkaç yazıdır tanıttığı Fransız sosyalist Jean Jaurès’in “gönüllü ve sınırlı kolektifleştirmeyi savunmuş” olmasını, “özel mülkiyetin yok edilmesini değil, demokratikleştirilmesini istemesini” öne çıkartıyor.1

Kökü kooperatifçilik ile komünizm arasındaki tartışmalara kadar giden bu gündemi çok anlamlı buluyorum. Bu tartışmaların ilk turu işçi sınıfının tarihte kurduğu ilk devrimci örgütü olan Birinci Enternasyonal çatısı altında yürütülmüş ve büyük düşünsel kazanımlarla sonuçlanmıştı.

Bu çerçevede, tartışmayı Türkiye kapitalizminin gelişme sürecine bağlayarak sürdürürsek yol alacağımızı düşünüyorum.

***

Kapitalist üretim biçimi İngiltere’de ortaya çıktıktan sonra, diğer tüm kapitalistleşme süreçleri öncekilerin gölgesinde gerçekleşti. İngiltere’den sonraki iki burjuva devrimi Amerikan ve Fransız devrimleriydi. Birincisi doğrudan doğruya dev bir sömürgenin İngiltere’den bağımsızlık mücadelesi olarak, ikincisi ise her aşamasında İngiltere’yle çatışma halinde gerçekleşti. Bu ikisinin ardından gelen Alman kapitalizmi ise, önündekilere yetişip geçebilmek için önce Sedan Savaşı’nı, ardından iki dünya savaşını çıkartan güç oldu.

Türkiye bu yarışa hayli geç katıldı. Türk Devrimi 1908-1923 yılları arasında iki aşamada gerçekleşti ve tamamlandığında, dünya çoktan emperyalist güçler arasında paylaşılmış, hatta Türkiye’nin öncülü olan Osmanlı bu paylaşımın başlıca konularından biri olmuştu. Osmanlı coğrafyasında (sebebini burada tartışmaya yerimiz olmayan) karmaşık nedenlerle kapitalist üretim ilişkileri geç ve yavaş gelişmişti. Kemalist öncüler devrimi tamamladıklarında, devrim ile önü açılacak ve dünyanın geri kalanıyla rekabet etmeye başlayacak bir sanayi burjuvazisi yoktu. 1923’te Cumhuriyet, daha kendi çivisini üretemeyecek durumdaydı.

Türkiye sanayileşmediği takdirde devrimin yaşatılması mümkün değildi ama Türkiye burjuvazisinin ne böyle bir ufku ve niyeti ne de olanağı vardı. İş yine devrimcilere düştü: En yakınlarındaki başarılı devlet sanayileşmesi olan Sovyetler Birliği’ni örnek alarak ve bu dost ülkenin hatırı sayılır boyuttaki teknik desteği ile bir planlı kalkınma çabasına giriştiler. 1934-1938 yılları arasında yürütülen ve başarıyla tamamlanan ilk kalkınma planının ardından, patlak verecek dünya savaşı nedeniyle akamete uğrayacak olan ikincisine yazdığı önsözde Mustafa Kemal şu satırlara yer verecekti:

“Devletçiliğin bizce manası şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, ülkenin ekonomik durumunu devletin eline almak. (...) Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında asırlardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmayı başardı.”2

Peki bu sırada sermayedar sınıf ne yapıyordu?

Buyurun size bir örnek; İsmail Hüsrev Tökin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in 15 Haziran 1934 tarihli Meclis konuşmasından aktarıyor. Konu, topraksız köylülere tarım yapsın diye dağıtılan (Osmanlı toprak kayıtlarında “mevat”, yani “ölü” kategorisinde bulunan) boş arazilerin başına gelenler:

“Devlet araziyi metruk arazi diye muhacire veriyor. Onlar da kullanılır duruma getiriyorlar. Sonra herhangi bir sahibi çıkıyor ve diyor ki, ‘bu benim mülkümdür’. Tapusunu gösteriyor ve muhaciri sokağa atıyor… Trabzon’da arazi çok dardır. On dönüm, yirmi dönüm araziye sahip olan kimse, büyük arazi sahibi ve zengin sayılır. Birisi çıkıp 200 bin dönüme sahip olduğuna dair mahkeme kararı gösterdi ve köylüleri oradan çıkardı… Hat boyundan geçerken Sazılar Köyü vardır. Burası muhacirlerindi. Emin Bey’e sorarım bu arazi kimin adına kayıtlıdır ve ne zaman ona geçmiştir. Böyle kaç tane arazinin sahibi çıkmıştır… Ne kadar metruk arazi kullanılır duruma getirilmişse bunların hepsinin sahibi çıkmıştır. Gedikabat Körfezi’nde yerli halk bataklığı kuruttu. Burada sıtma vardı. Bunlar her türlü tehlikeyi göze alarak bataklığı kuruttular ve yerleştiler. Ektiler, biçtiler, çalıştılar, kanallar açtılar. Bir kişi geldi bu toprakların kendisine ait olduğunu söyleyerek bunları buradan çıkardı. Halk yine topraksız kaldı. Dağlara sığındılar. Çalı çırpı toplayarak geçinmeye başladılar.” 3

1920 ve 30’larda köylünün toprağına çöken, tarımdan kazandığıyla şehirlerde gayrimenkul satın alan ama tek bir fabrika açmayan sermayedar sınıfın sicili sonrasında da farklı işlemedi. Türkiye sanayileşmesi 1930’larda da, 1960 ve 70’lerde de büyük ölçüde devlet eliyle gerçekleşti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında devletin köylülere dağıttığı toprakları gasp ederek zenginleşenler, 1980’den itibaren, bilhassa da AKP döneminde aynı yöntemle, bu kez özelleştirmeler yoluyla halkın kaynaklarıyla kurulmuş sanayi tesislerine, çoğu zaman ilgili sanayi kuruluşunun birkaç yıllık kârı pahasına çöktüler. Yalnızca Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları listesinin ilk sıralarına bakarsanız, çoğunun özelleştirilmiş kamu sanayisi olduğunu görür ve yağmanın boyutlarını anlarsınız.

Türkiye’nin sermayedar sınıfı esasen girişimlerinden kâr ederek değil, el koyarak, emekçi halkı doğrudan ya da dolaylı (zira devlet malı halkın malıdır) mülksüzleştirerek zenginleşmiştir.

***

Ben komünistim. Benim için bir sermayedar, sermayesini yalnızca satışlarından kâr ederek biriktirmiş olsa da; kârın kaynağı emek sömürüsü olduğu için ortaya çıkan zenginlik kâğıt üzerinde özel mülkiyettir ama kaynağı toplumsaldır ve el konulup devletleştirilmelidir.

Ancak böyle düşünmüyor olsanız dahi, Türkiye’nin sermayedar sınıfının zenginliğini meşru görmek mümkün değildir. Türkiye’nin sermayedar sınıfının haris, fırsatçı arsızlığı, haramiliği, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulduğu günden bu yana çürütmüş ve sonunda yıkmıştır. Balyozun Fethullahçı ve AKP’li dincilerle Yetmez Ama Evetçi liberaller tarafından sallanmış olması durumu değiştirmiyor. Bu gerici siyasi öznelerin tümü, Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını ilerletiyor ve onun attığı kemiklerle besleniyordu.

Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.

Bu yüzden bugün cumhuriyetçi bir yeniden uyanış, mutlaka kapsamlı bir devletleştirme hamlesini gündemine almalı, Cumhuriyetimizi zehirleyip öldüren özel sermayeye var olma hakkı tanımamalıdır.       

  • 1

    https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/jean-jaures-in-sosyalizmi-2408839 

  • 2

    Atatürk Ansiklopedisi, “Nazilli Basma Fabrikası”, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/395/Nazilli_Basma_Fabrikas%C4%B1  (eski Türkçe kelimelerin yerine günümüz Türkçesindeki eşanlamlıları kullanılmıştır.)

  • 3

    İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye Köy İktisadiyatı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, s.196-197. Bu arada, alıntıda Şükrü Kaya Bey’in laf attığı Emin Bey, Eskişehir bölgesinin namlı toprak ağası Emin Sazak’tır. Ermeni mallarına nasıl çöktüğünden toprak reformuna nasıl karşı çıktığına kadar türlü çeşitli marifetlerini yazdığı günlükleri Emin Bey’in Defteri ismiyle Bilgeoğuz yayınevi tarafından basıldı. Türkiye’nin sermayedar sınıfının nasıl tiplerden serpilip semirdiğini göstermesi açısından önemli bir belgedir.