2024’ü tamamladık; 21’nci yüzyılın ilk çeyreğine girdik. Elli yıllık bir gezinti yapmanın da uygun zamanıdır.
Yarım yüzyıllık bir Türkiye gezintisi
Korkut Boratav
2024’ü tamamladık; 21’nci yüzyılın ilk çeyreğine girdik. Elli yıllık bir gezinti yapmanın da uygun zamanıdır. Son yazıda dünyamızın son elli yılının iniş-çıkışlarını hatırlatan bir “gezinti” yapmıştık (soL, 3 Ocak 2025). Bir benzerini Türkiye için yapalım.
“İniş/çıkış dönemleri”, bölüşüm ilişkilerinde ve siyaset alanında emekçi sınıfların göreli durumunda “bozulma/düzelme” eğilimlerine göre belirleniyor. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen kabaca 30 yıl da Batı’nın Altın Çağı olarak adlandırılıyor.
Ülkemizdeki benzer gezintiye başlayalım. Son elli yıla odaklandığımızı, Cumhuriyet’in ilk Altın Çağı’nı içeren ilk yarım yüzyılı dışladığımızı vurgulayarak…
Türkiye’de Altın Çağ gecikerek başlıyor
Türkiye’nin son elli yılının Altın Çağı, Batı’ya göre on beş yıl gecikti. Cumhuriyet devrimlerinin birikimini emekçi sınıflara, sola, yeni devrimci dönüşümlere ödünsüz açan 1961 Anayasası ile başladı.
Türkiye’deki “gecikmenin nedeni var: II’nci Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejime, sol, sosyalist parti ve sendikalar kapatılarak, “arızalı” olarak geçildi. Anti-komünist saplantılar 1950’de iktidara geçen Demokrat Parti’ye de fazlasıyla taşındı.
1960’ı izleyen yirmi yılda Türkiye’nin Altın Çağı, siyasetin demokratikleşmesi ve emekçi sınıfları gözeten “popülist” bölüşüm politikaları içinde yaşandı. Kesintilere de uğrayarak…
Batı’da Altın Çağ’ın zirvesine 1974-75’te ulaşıldığını ileri sürmüştüm. Türkiye’de gecikerek başlayan Altın Çağ’ın sembolik zirvesi olarak da 1973-74’ü önerebileceğimizi düşünüyorum.
Niçin 1973-74? Çok partili rejime geçiş sonrasında seçmen çoğunluğu bu tarihte ilk kez iktidarı Merkez-Sağ’dan esirgediği, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’yi yeğlediği için… Merkez Sağ, 1950’li yıllarda Menderes-Bayar’ın DP’si, 1980’e kadar Demirel’in Adalet Partisi tarafından temsil ediliyordu.
CHP, Ekim 1973 seçimlerinde yüzde 32’lik oyla ilk sıraya geçti. Başbakan Ecevit’in MSP ile kurduğu koalisyon hükümeti Ocak 1974’te güven oyu aldı.
Türkiye’de 1946 sonrasında oluşan Merkez-Sağ partilerin sınıfsal çözümlemesine burada girişmeyelim. Temel niteliksel dönüşüm CHP’de gerçekleştirildi. CHP, 1946’da sağa savrulmasına dönük örtülü bir öz eleştiriyi 1959’da İlk Hedefler Beyannamesi ile yaptı. Bu belge 1961 Anayasası’na da katkı yapacaktır.
Daha da önemli bir adım, 1965’te İsmet Paşa’nın “laiklik ve devletçilik ilkeleri” dolayısıyla CHP’nin “ortanın solunda yer aldığını” vurgulaması ile atıldı. Yeni Genel Başkan Bülent Ecevit de, 1973 seçimlerinde bu konumu sınıfsal bir platforma taşıdı. “Toprak işleyenin, su kullananın…” sloganları ile küçük köylülük; sendika hareketleriyle sıcak bağlantıları kurarak kentli işçi sınıfı saflarında mevziler kazandı. Cumhuriyet’in anti-emperyalist mirasını sahiplendiğini de çeşitli vesilelerle vurguladı.
1973 seçimlerinde CHP, bu özellikleri ile siyaset yelpazesinin Cumhuriyetçi Sol kanadında yer aldı. 1977 seçimlerini de ilk parti olarak bitirdi. “Sol”, artık, halk sınıflarınca benimsenmektedir. Sonraki gelişmeleri Cumhuriyetçi Sol’un Siyasal İslam ve Merkez Sağ ile ittifak seçenekleri üzerinde değerlendirelim.
Siyasal İslam, demokrasi ile uzlaşacak mı?
Ocak 1974’te güvenoyu alan CHP-MSP koalisyonu, önemli bir soruyla karşı karşıyaydı: Cumhuriyetçi sol ile siyasal İslam’ın bu ilk ittifakı, 12 Mart faşizminin 1971-72 yıllarındaki kalıntılarını temizleyebilecek miydi? Daha tarihsel bir soru da gündemdeydi: Siyasal İslam demokratik olabilir mi?
CHP yönetimi bu soruya olumlu yaklaştı. Koalisyon, 12 Mart döneminin siyasal hükümlülerini kapsayan bir af yasasında anlaştı. Düzen-dışı örgütlenme ve propaganda suçları affedilecekti. Komünizme karşı TCK 141-142 ve toplumu dinî esaslara göre değiştirmeye karşı TCK 163 hükümlüleri… CHP-MSP ittifakı, kapsamlı bir demokratikleşme programının ilk adımında uzlaşmış görünüyordu.
Siyasal İslam bu demokratik uzlaşmaya ihanet etti: TBMM’nin 15 Mayıs 1974 tarihli oturumunda önce madde 163’ü kapsayan af oylandı; kabul edildi. Sıra 141-142’ye gelince “uygun sayıda” MSP milletvekili oylamaya katılmadı. Af, solcuları dışlayarak yasalaştı. AYM, iki ay sonra bu yanlışlığı düzeltecek; solcu hükümlülerin de tahliyesini mümkün kılacaktı.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidarla tanışan Siyasal İslam’ın anti-demokratik özü, MSP’nin bu tutumu ile ortaya çıktı. Demokratik bir ittifak sayesinde Siyasal İslam iktidara ortak olmuştu. MSP uzlaşmayı açıkça terk etti; sonraki Milliyetçi Cephe hükümetlerine katılarak Türkiye’deki demokrasi-karşıtı cepheye yerleşti. Asıl tarihsel ders budur. MSP’nin mirasçısı AKP, bu tespiti defalarca doğrulayacaktır.
Sermaye, 'Merkez Sağ' ve demokrasi: 12 Eylül darbesi
Sermaye doğrudan doğruya ve Merkez Sağ aracılığıyla 12 Eylül 1980 darbesini kurgulamıştı. Kısaca hatırlatalım: 1977-79 arasında CHP tekrar iktidardaydı ve gündemdeki bir IMF programına karşı çıkıyordu. Batı Avrupa-türü bir siyasî yelpaze Türkiye’de de yerleşmeye başlamıştı. Emekçi sınıflar, seçmen kimlikleri ve halk örgütlenmeleri ile sola kaymaktaydı.
Sermaye, karşı cepheye katıldı. Sermaye çevreleri 12 Eylül rejimine yeşil ışık yakan bir “muhtıra” kaleme aldı. 15 Mayıs 1979’da gazetelerde tam sayfa ilan olarak yayımlanan Muhtıra, örtülü bir darbe çağrısıydı. Hükümetin iktisat politikasını bir rejim sorunu olarak damgalıyor; CHP iktidarını, “Atatürk’ün ilkelerinden saparak hür teşebbüsü yok edecek uygulamalara” yönelmekle suçluyordu.
Ana muhalefet lideri Demirel bu suçlamaya tümüyle katıldı. 1979 sonunda Ecevit hükümeti istifaya zorlandı. Yeni başbakan Demirel esasen hazırlanmış olan 24 Ocak programını ilan etti. Program, parlamenter rejimde uygulanması imkânsız “kemer sıkma önlemleri” içeriyordu.
Cuntanın tasarımı daha kapsamlıydı. Türkiye toplumunu anayasal düzen ve siyaset açısından da hizaya getirmeyi hedefliyordu. Darbe yapıldı. 24 Ocak belgesinin müellifi Demirel’in müsteşarı Turgut Özal’dı; darbe hükümetine ekonomiyi yönetmek üzere katıldı.
Merkez Sağ ve demokrasi: Madımak kıyımının öğrettikleri
Merkez Sağ siyaset, Demirel, Özal gibi liderleri, temsilcileri ile 12 Eylül darbesine örtülü olarak suç ortağı olmuştu. 1993’te bu “günahın kefaretini ödeme” fırsatı doğdu. Açıkça reddedildi.
1993’ün siyasî ortamı önemlidir: 12 Eylül darbesinde kapatılan partiler siyasete (farklı adlarla) dönmüştür. Demirel’in DYP / Erdal İnönü’nün SHP koalisyonu iktidardadır. Bu Merkez Sağ / Cumhuriyetçi Sol ittifakından demokratikleşme beklentisi gündemdedir.
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta İslamcı faşist bir güruh 33 aydın insanımızı öldürdü. Madımak kıyımı ayrıntılarıyla incelendi; olaya dönmeyeceğim. Siyasetçilerin kıyıma tepkilerine odaklanacağım: İktidardaki ve muhalefetteki Merkez Sağ partiler, adeta elbirliğiyle, 33 aydınımızı ölüme sürükleyen İslamcı güruhu “halk” ve “vatandaş” olarak nitelendirdiler; güvenlik güçlerini, onlara zarar vermediği için alkışladılar.
Linç girişimi başlayınca Cumhurbaşkanı Demirel,“halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz” talimatını verdi. Valinin ve garnizonun müdahalesini önledi. Kıyımı şöyle açıkladı: “Ağır tahrik sonucu halk galeyana gelmiş; güvenlik güçleri ellerinden geleni yapmışlardır. Çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır. Olay münferittir.”
Başbakan Tansu Çiller, DYP’li İçişleri Bakanı Gazioğlu, o dönemde ana muhalefet (ANAP) lideri Mesut Yılmaz, benzer ifadelerle linç yapan İslamcı güruhtan “halk, vatandaşlarınız” olarak söz ettiler; o saflardan kayıp verilmemesinden hoşnutluklarını ifade ettiler. Kurbanları ve kıyımdan kıl payı sağ kurtulan Aziz Nesin’i açıkça veya örtülü olarak suçladılar.
Temmuz 1993’te İslamcı teröristleri (“halk” olarak) gözeten Merkez Sağ partiler sonraki on yıl içinde tarihe karıştı. Demokratikleşmeyi ilkesel olarak sahiplenselerdi Madımak kıyımını önleyebilirlerdi. Siyasal İslam’ın yükselişini en azından frenleyebilirler miydi? Yanıtı bilemem, ama en azından siyasal sicilleri bu derecede lekelenmezdi.