Yunanistan olgusunun öğrettikleri

Yunanistan'ın bugün karşı karşıya kalmış olduğu durumu yüzeysel yorumlamak kolaydır; Almanya ve Fransa üretti, Yunanistan da hızlı ve kapasitesi üzerinde tüketim yaparak merkez sermayeye hizmet etti. Her halde Yunanistan üretip, Almanya tüketmeyecekti. Hal böyle olunca, bugün de Yunanistan Almanya üzerinde boza pişirmeyecekti!  

            Yunanistan'ı suçlamak çok kolay. Zira, 2010 yılında Yunanistan'ın borç batağına sürüklenişi görülmüş olduğu halde, bu dönemde borç yapılandırılmasına yanaşmadı ve borçlanmayı sürdürdü. Ponzi borçlanma sistemine sürüklenen Yunanistan bugünlere geldi. Açıkça görülüyor ki, ekonomilerin içsel dinamiklerine müdahale edilmediği durumda, sistem dengeye gelmiyor, tam tersine, hızla dengeden uzaklaşıyor. Piyasa ekonomisinin çalışma koşulları gerçek oluşumu perdelerken, hükümetlerin oy kaygıları ve halkların kısa görüşlülüğü de sistemi bozup, krize sürükleyebilmektedir. Nitekim 2008 ABD krizini hatırlarsak, ABD'nin de nasıl krize saplandığını, hatta krizden daha iki yıl öncesinde FED başkanı Ben Bernanke'nin krizlerin sonlandığı ve artık büyüme meselelerine odaklanılması gerektiği şeklinde beyanlarda bulunduğu, aynı doğrultuda beyanda bulunan Nobel ödül sahibi Robert Lucas'ın da Bernanke'nin yanında yer aldığı  hatırlanırsa, Yunanistan'ın vahim hataları bunların yanında biraz teferruat olarak kalır..

            Nasıl bu kadar vahim hatalar yapılıyor? Süreç bir merkezden yönetilmediğinden ortada bir hata yoktur. Zira sistem yol alırken, tüm bileşenleri çeşitli yöntemlerle ve bizzat onların rızaları ile sistemin içine almaktadır. Sermaye birikime yönelirken, emek sermaye adına sömürülmeye, anlayamadan, razı olmakta; yükselen finans bir yandan maddi sermayenin piyasa olanaklarını genişletirken aynı anda da sermayeden aslan payını almakta; tüketiciler de kazandıklarından fazlasını harcamaktadır. Kısacası, ne krizin oluşumunda ne de çözümünde halk ya da sermaye krizin sorumlusu değildir.  Krizin oluşum aşamasında da sonlandırılmasında da sermayenin güçlü bölümü başat rol oynamakta ve sonuçta da karlı çıkmaktadır. Görülüyor ki, meselenin anlaşılabilmesi için sistemi odağa koymak gerekmektedir.

            Bu görüşün ışığı altında Yunanistan olgusunun önümüze serdiği öğretilerden birincisi, günümüz ekonomi koşullarında klasik ekolün ileri sürdüğü herkesin kendi çıkarını gütmesinin toplumsal çıkara hizmet ettiği görüşünün artık geçerli olmadığıdır. Hal böyle olunca hiçbir düzenleme yapılmadan ekonominin piyasa dürtüleri ile uygun yol alacağını düşünmek eğer saflık değilse, güçlü sermayenin  işleyiş sürecini meşrulaştırmaktır.  

            İkinci olarak, bugün Yunanistan'ın durumuna ve sanayisiz ekonomisine bakarak, 2000 IMF-Derviş politikalarının Türkiye'yi oturttuğu sanayisizleşme karşıtı, ara-sanayi ve montaj aşamasının 75 milyon dolayındaki Türkiye'yi bir yere taşımayacağını görmeliyiz. Bu bağlamda, net ihracat değerleri ile övünmek amacıyla, halkın gözünü boyayacak şekilde toplam ihracat değerlerini ileri sürmek yanlış politikadır. Oysa, bu değerin büyük bölümü ile aslında yurt dışındaki üreticilere ve emeğe katkı yapılmış olmaktadır.

            Bankacılık ve borsa denetim altına alınmalıdır, dış kaynaklı bankaların genel sistemde giderek ağırlığının artması ekonomi için kesinlikle bir tehlike işaretidir. Özellikle kriz dönemlerinde kar oranı ve/veya miktarı yükselen yabancı bankaları denetim altında tutmak güç olabileceği gibi, kar transferlerinde de ekonomi büyük sıkıntılara düşebilir.

            Yunanistan'da Syriza hükümetinin başlangıçtan bugüne kadar gelmiş olduğu aşama, tavizler nedeniyle, ciddi bir geri adımı ifade etmektedir. Bu süreç, hükümetin başlangıçta gerçek anlamda sol politika ile yola çıkmayıp, sosyal demokrasi benzeri hibrid görüş ve politikalarla işe başlamış olmasının kaçınılmaz sonucudur. Böylesi ilk adım hatası, çöküşe yol açan politika ve süreçlerin zımnen kabulü anlamına geleceğinden, müzakereleri sonucun da kabul edilmesi gerektiği noktasına taşır. Nitekim, Yunanistan'ın adım adım geldiği nokta yaklaşık böyle bir yerdir. Syriza hükümetinin  izlediği politikayı "sosyalist" olarak tanımlamak, programın içeriği itibariyle teorik olarak doğru olmadığı gibi, emperyalist Troyka karşısındaki durumu itibariyle de solun aşağılanmasına vesile oluşturabilir. Bu itibarla, meseleyi çok açık ortaya koymak gerekmektedir. Program kısmen sosyal demokrat nitelikli olduğundan, emperyalistlerle çetin mücadele sonucunda bir yönü ile erimeye mahkûmdur. Programın abartılmadan gerçek niteliği ile ortaya koyulması sol politikaların emperyalistler karşısında tutunamadığı şeklindeki kasıtlı yorumların önünü alır.  

            Emperyalistler Yunanistan'ı ürün ve sermaye piyasası olarak sömürmenin sonucunda, bugün de Euro'dan çıkmasını açık veya kapalı telkin ederken, bu kez de aşırı devalüasyonlara iterek, ikinci hamlede de ekonomiyi soymaya yeltenmektedir. Bu itibarla, IMF ya da Dünya Bankası veya güçlü ekonomilerin zayıf devletleri program yapma görüntüsü altında zaman zaman sabit kur ya da dalgalı kur rejimleri önermelerinin altındaki görüşü çok net anlamak durumundayız.

            Yunanistan askeri işgal benzeri sıkı emir ve komuta altında yol almaktadır. Son oylamada halkın çok büyük oranını arkasına almış olan  hükümet Troka karşısında işgal altındaki ülke yöneticisi muamelesi görmektedir. Bu süreci geçmiş dönemlerin askeri işgal altındaki sömürgelerin yönetimine analojik olarak algılayabiliriz. Emperyalistlerin dayattıkları özelleştirmeler, finansal operasyonlar, ekonomilerin denetimsiz dış dünyaya açılması vb gibi neoliberal uygulamaları bugünkü Yunanistan öğretisi altında bir kez daha düşünülmelidir. Ne gariptir ki, "başımızda çıkarımızı düşünen bir hükümet var" düşüncesi ile rahat uyumamız gerekirken, "emperyalizmin emrindeki hükümet acaba hangi çıkarımı ihlal ediyor" diye daima uyanık durmamızın gerekli olduğu bir dönemde yaşıyoruz!