Vaat ve sürüklenme ortamında demokrasi oyunu

Bir insan bir kere aldatılabilir, ikinci aldanış aldananın algılama ve akıl düzeyi ile çok önemli ve kesin bir göstergedir; bu insan ya eblehtir ya da çıkarcı veya hain. AKP politikalarının temel mantığı artık anlaşılmıştır; dar çerçevede ana hedefin belirlenmesi ve tavizsiz şekilde hedefe yöneliştir. Yürüyüşte, sahte vaat ve uyutma politikaları ile olası engeller yumuşatılıp, hedeften şaşmadan zaman kollanarak ilerlemeyi sürdürmeye çalışmak esastır. Böylesi yönetsel-politik ısrar anlayışı ile karşı karşıya kalan özellikle muhalefetin, genellikle de halkın çözmesi gereken birinci ve temel sorun asıl hedefi saptamak, ikinci sorun ise, asıl hedef yolunun açılmasına yönelik politik-stratejik manevraların doğru yorumunu yaparak alt-katmanları görebilmektir. Kısacası, muhalefetin ve toplumun yapması gereken, politikanın üst-katmanındaki cafcaflı ifadelerine aldanmadan, alt-katmanda, yani mutfakta pişirilenin özünü anlamaya çalışmaktır.

 Hiçbir düşünce, doku ya da oluşum ‘hudayinabit’ olarak ortaya çıkıp gelişmez. Tüm oluşumlar, tarihsel devinimlerinin çevre etkisi ile etkileşimin bileşimi şeklinde tezahür eder. Marksizm’de de anlamlı yanıtını bulunmayan, ilk filozofların boy gösterdiği Antik-Yunan medeniyetini hariç tutarsak, gerçek bilim olarak görülmesi gereken tarihsel yorum ve anlatımın her damlasının anlamlı açıklaması vardır. Geçmişi olduğu kadar günümüzü açıklamaya çalışırken de, zor ve hatalar taşıyor olmakla beraber, tarihsel süreci ve çevre etkisini dikkate alarak, günümüz iktidarlarını ve politikalarını öylece açıklamaya çalışmak durumundayız.

Bir iç denizin okyanusta kaybolması ya da küçük balıkların büyük balıklar arasında yok olmasına benzer şekilde, bir küçük ekonomi de, her ne kadar içeriden büyük gözükse de, küresel ekonomi politika havuzunda görece ufaktır ve erimeye mahkûm olabilir. Asit havuzunda ana kütlenin eri(til)me sürecinde önce dış çeperler, koruyucu çemberler eri(tili)r. Bilinçsiz ve korumasız kalan hantal gövde ise, zamana yayılı olarak, sakince dönüş(türül)ür ve ana gövdenin hizmetine sunulur.

Burjuvazimiz ve kandırılmış halkımızın, 25 Aralık 1991 tarihinde Gorbaçov’un istifası ve Sovyetlerin dağılmasından duyduğu garip mutluluk kadar, geçen hafta cumhurbaşkanının Putin’i ziyaretinden medet umması da fevkalade yoruma muhtaç iki tarihsel olaydır. Ne var ki, birincide yaşanan mutluluğun kısa sürdüğü ne denli doğru ise, ikincide yaşanan sevincin kısa sürede hüsrana uğrayacağı da o derece açıktır. Çünkü Sovyetlerin tarih sahnesinden silinmesi ertesinde, önceleri kapitalizmin rengârenk yansıması ile gözlerimiz kör edilecek, son aşamada ise,  pokemon salaklığna savrularak tüm bilinci esir alınan insanımız,  Darvinist atalarının özelliğine dönüştürüldüğünün farkına dahi varamayacak şekilde köleleştirilecekti.

    Günümüzün giderek yoğunlaşan emperyalist dokusunda kararlar ve politikalar toplumların atomik dokularında değil, merkezde alınmakta olup, süreç giderek hızlanmaktadır. Günümüzün gelişmiş iletişim ve bilim dünyası gerçek aydınlanmaya hizmet yerine düşünce/ideoloji yaymada, yargı/kolluk kuvvetleri gibi araçlar ise güvenlik sağlama yerine baskı ile toplumu yönetmede başat araçlara dönüştürülmüştür. İdeoloji alanı ve söyleminde ‘özgürlük ve demokrasi’ sözcüğünün kullanım sıklığı ise, özgürlük ve demokrasinin olmadığı algısının bilinçlerden silinmesi işlevi ile yükümlüdür.

    Hallaç pamuğu gibi atılan ülkemizde, parlamento, yargı, üniversite, medya ve baskılanan benzeri tüm örgütler ana dokunun yozlaştırılan/eritilen dış koruyucu kalkanlarıdır. ABD’de ikiz kulelerin vurulması ertesinde ABD Ortadoğu’da samimi komşumuz/ortağımız ya da patronumuz oldu! Türkiye’de ise yaşanan darbe şovu ertesinde OHAL’e sürüklendik. Garip, değil mi! OHAL olağanüstü ve geçici yönetim şeklinde uygulanması gerekirken, tüm baskıları bu çuvala atma adına, bir yandan halkımızın faiz yoluyla soyulmasına yol açacak şekilde ülkemiz kara para aklama cennetine çevrilmekte, diğer yandan da zorunlu bireysel sigorta sistemi yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Kısacası, halkımızın genel varsıllık düzeyi yükseltilmeden, belki de finans kesiminin kucağına atılarak, tasarruf oranını yükseltme zorbalığı uygulamaya koyuluyor. Diğer yandan da, artan nüfusumuzun temel ihtiyacı olan eğitim ve sağlık hizmetleri sözleşmeli personel tarafından günlük ve iğreti olarak kotarılmaya çalışılıyor. Suriye göçmenleri yanında, siyasilerin anlamsızca geliştirdikleri beş çocuk talebini de dikkate alarak, oturtulmaya çalışılan politikaları, halkımızın, hiçbir analiz yeteneğine sahip olmadan, sadece açlık veya yorgunluk gibi temel biyolojik ihtiyaçlarını algılayabilecek kapasitede biyolojik varlıklara dönüştürülmeye çalışılması olarak yorumlayabiliriz. Sanal dünya federal sisteminde, sanal eyaletlerin böylesi toplumlardan oluşması, merkezin direktiflerini rahatlıkla uygulayacak yerel çavuşların göstermelik oy tabanları tarafından biat edilircesine desteklenmesini sağlayacaktır. Emperyalizmin direktifindeki yerel yönetici merkezin hedefine yönelirken, aynı anda topluma aldatıcı vaatlerde bulunarak, ana yolu açmaya çalışacaktır.       

Gerçek aydın ve sanatkâr sokak politikasına rağbet etmez ve bu onurlu davranışları nedeniyle önleri kesilir. Sokak politikasında parlamento ve özgürlüklerin yerini örtülü ya da açık despotizm alır. Sokak geleneğinde halkın anayasal gösteri hakkı despotik iktidarın sivil kuvvetleri tarafından baskılanır.  Emperyalizmi giderek tek-merkeze evirilerek yoğunlaşan bir doku oluşumu şeklinde görüp, Fetullah yöntemini de, içte politikacının toplumu dönüştürme politikasını da tek merkezden emir-komuta sistemi olarak tanımlarsak, son tahlilde, yöntem ve politikanın nihaî aşamada nereye ve neye hizmet ettiğinin ve aralarındaki farkın ne olduğunun düşünülmesi gerekmez mi?   

Ne hazindir ki, parlamentoda halkından oy almış meşru bir partinin merkezi emirle dışlandığı ortamda, diğer partiler sessizce bir araya gelip, devletin yeniden yapılandırıldığı ‘demokratik anayasa’(!) üzerinde çalışma yapmaya yönelmişlerdir. Ne diyelim ki!

Tarihin sürükleyişini esaret zihniyeti ile kabullenip, anlatımla mı yetineceğiz, yoksa bu gidişe direnip,  değiştirmeye mi çalışacağız? Hassas soru budur!