Orda bir 'Cizre' var uzakta

Bir grup halkımızın mesajı şöyle olabilir:

    Orda bir "Cizre" var uzakta, o "yöre" bizim yöremizdir;

    Gitmesek de, görmesek d, o "yöre" bizim yöremizdir.

Buna yanıt olarak,  başka bir grup halkımızın mesajı da şöyle olabilir:

    Orda bir "Bodrum" var uzakta, o "yöre" bizim yöremizdir;

    Gitmesek de, görmesek de, o "yöre" bizim yöremizdir.

Vatan, üzerinde yaşayan herkesindir. Belirli sınırlar içinde yaşayan halklar için tüm alan, gidilmese de görülmese de, üzerinde düşünmeye ve karar vermeye ya da karara katılmaya değer alandır, yani vatandır. Neo liberal savrulmanın, toplumlardan sınıf bilincini kazıyabilmek için gündeme taşıdığı ve halkları bölerek birbirine düşürdüğü tuzak, bu tuzakta devinen ve yok olacak halkların değil, emperyalistlerin işine yaramaktadır. Yeni düzende birey olarak yüceltilen insan farkında olmalıdır ki, toplumdan olduğu kadar, sınıf kategorisi ve bilincinden de soyutlandığından, kapitalist sömürüye karşı açığa çıkan potansiyel savaşçı enerjisini, karşıt alt kimlik grubuna  çevirmektedir. Böylece ortaya çıkan çatışmaları söndürebilmek için iyi niyetle geliştirilen "barış" söylemleri ise, aynı süreçte, kapitalizme karşı  potansiyel gizil savaşçı ruhu da paralize etmektedir. Evet, alt-kimlikler temeli üzerinden yükselen ve emperyalizmin değirmenine su taşıyan savaşa hayır demeliyiz, ama bu karşı çıkışın sömürücü emperyalistlere karşı savaşçı ruhu zedelemesine asla izin vermemeliyiz!

Sosyolog Marshall ile aynı soyadı taşıyan ünlü İngiliz iktisatçısı Alfred Marshall, Marks'ı okumuş olmalı ki, sınıf bilincini kabul etmekle beraber, bu bilincin aynı vatan üzerindeki insanların birlikteliği içinde "vatandaşlık" bilincine dönüşerek, sınıf temelli çatışmacı tarafının köreldiğini ifade etmektedir. Klasik ekolden neoklasik ekole geçişin babası olan Marshall vatandaşlık bilincinden söz ederken, üzerinde yaşanan yöre hakkında söz sahibi olan bilinç topluluğunu ifade eder.

İçinden geçtiğimiz ve giderek vahşet senaryolarının sahnelendiği aşamalara tırmanan sürece nasıl geldiğimizi şöyle bir gözden geçirirsek, nerelere savrulduğumuzu, hatta nerelerde yanıltıldığımızı açıkça görürüz. Her şeyden önce, herkesin şu noktada net olması gerekir ki, ne çözümü başlatan ne de onu sürdüren AKP'dir, ama bugünü yaratan, maalesef, AKP'dir. AKP bu süreci başlatan olmayıp, tam tersi söndüren ve süreci böylesi çatışmalı ortama taşıyandır. Diyarbakır hapishanelerindeki insanlık dışı muamelelerden başlayan, daha doğrusu başlatılan süreç, Ortadoğu'nun şekillendirilmesi safhasında kendisini bir Türk partisi olarak gösteren gruba ihale edilmek durumunda idi.  Üstelik de bu parti çok güçlü bir damara dayandığından, bu ihalenin altından kalkabilecek kapasitede görüldü. İhalenin ilk aşaması olan yoldaki engellerin temizlenme süreci ihaleyi alan parti tarafından tamamlanınca, işin başına artık işin sahibinin geçmesi gerekiyordu. Doğrusu da bu idi; mesele silahla değil, siyasetle çözülecek idi ise, asıl temsilciyi parlamentoya taşımak gerekiyor idi. Sürecin bu aşamada tıkanması, AKP'nin elinden oyuncağının alınması ve tarihe altın harflerle(!) geçecek ününün parlamentoda yaşanacak olası tartışmalar sonucunda karartılması olasılığını engelleme çabalarından kaynaklandı. Zira, yeni durumda, konunun parlamentoya taşınması durumunda asıl sorun sahibi parti tarafından kürsüden yükseltilecek taleplere yanıt verme durumundaki parti  AKP olacak idi. AKP'nin pozisyonu ikircikli idi; yanıt olumlu olursa tabanı tarafından farklı algılanacak, olumsuz olursa kendi söyledikleri ile çelişkiye düşmüş olacak idi. Bu açmaz karşısında çözüm, bir gerekçe yaratarak parlamentoyu toplamamak, HDP'yi dışlamak ve bir anlamda ilgili seçmen tabanını cezalandırmak idi. Bu süreç, Kürt-Türk çatışmasını dahi göze alarak, teröristlere karşı "vatan savunması" görüntüsü altında yapılırsa meşru görülebilirdi.

Güneydoğu insanı ile Batıda yaşayanın ya da tersi konumdaki vatandaşların birbirini görmemeleri birbirilerine vatandaşlık bağı ile bağlı olmalarına engel değildir. Ülkenin her karışı üzerinde yaşayan her vatandaşın ya da vatandaş topluluğunun ülkenin idari yönetim konusunda fikri olabilir. Farklı partilerin farklı fikirleri savunması ise demokrasinin en vazgeçilemez ve yadsınamaz kuralıdır. Demokrasilerde parlamentolarda anayasal sınırlar içinde geliştirilecek yönetsel ve yasal değişiklik talepleri, en az rejimin değişmesi gerektiğini ileri süren sorumsuz siyasilerin talepleri kadar meşrudur. Böylesi tartışmaların yeri siyasi nutuk alanları değil, parlamentolardır.

Önümüzdeki seçimlerde HDP'nin gerile(til)mesi ve milliyetçiliğin patolojik düzeyde yüksel(til)mesi ülkemiz insanlarını asırlar sürecek kin ve nefrete boğabileceği gibi, birbirini boğazlamaya dahi götürebilir. Umarım bu tarihsel hataya düşmeyiz. Korkum şudur ki, ne tarihi ne de anlık uluslararası siyaseti okuyamayan cahil kadroların ülkenin böyle bir felakete sürüklenmesinin önüne geçemeyeceğidir. Oysa, Bodrum'da yaşayan da Cizre'li gibi, Cizre'de yaşayan da Bodrum'lu gibi vatan üzerinde düşünebilir ve temsilcileri kanalıyla düşüncelerini parlamentoya taşıyarak tüm kararlarda söz sahibi olabilir. Parlamentodan çıkan karara da herkes boyun eğer. Vatan denen toprağın her bir zerresinde oturan tüm vatandaşlar vatan için söz sahibi olabilir, fikrini tartışmaya açabilir.Vatandaşlık ilişkisi bağlamında vatan sahipliği ancak böylesi karşılıklı saygı anlayışı ile böyle savunulabil

Vatan sahipliğini elinden bırakmayan yüzeysel düşünce sahiplerine de bir çift sözüm olacak. Bugün canhıraş şekilde vatanı savunmayı ahlaki bir ilke olarak görenlerin, vatanın ve milletin tüm birikimleri iç ve özellikle de dış sömürücülere peşkeş çekilirken, sahillerimiz ve Boğazın nadide alanları bir daha bizlerin girmesine dahi izin verilmeyecek şekilde yabancılara birkaç kuruş karşılığında ilelebet devredilirken, AKP iktidarı IMF politikalarını sadakatle uygulayıp ülkeyi borca boğup sanayisizleştirirken nasıl bir gaflet içinde oldukları makul gerekçelerle açıklanabilir mi!