OHAL sınırları aşılıyor

Sebebi ve oluşum şekli (kimler haberli idi, kimler gafil avlandı vb gibi!) meçhul olan ve meçhul kalacak olan garip kalkış hareketinden sonra ilan edilen OHAL’in iki önemli sınırlaması olması gerekir. Birincisi, OHAL bir sıkıyönetim değil, daha düşük dereceli bir yönetim biçimi olarak, ihdas gerekçesi itibariyle uygulama alanı sınırlı olmak, salt güvenlik ile ilgili konularla sınırlı tutulmalıdır. İkinci olarak da, tüm kanun hükmündeki kararnamelerin biran evvel mutlaka meclis denetiminden geçirilmesi gerekir. Ne var ki, bu iki konuda da, dönemin özelliğine bağlı kalmakla beraber, kurallara riayet edilmediği görülmektedir. Güvenlik açısından FETÖ torbasına doldurulanlarda yaş ve kurular arasında ayırım yapılmaması, ekonomi alanında ise Varlık Fonu ihdası, zorunlu bireysel sigorta sitemi getirilesi gibi adeta fırsattan yararlanırcasına hukuk dışı uygulamalara girilmesi tasvip edilir gelişmeler olarak görülemez.

Şu gerçek artık çok netleşmiştir ki, FETÖ operasyonu, işbirliğinden birinci derecede yararlananlar, yani bugün siyaset katlarında oturanlar aldanmış oldukları gerekçesiyle Allah’dan ve halktan özür dileyip af talep ederken, ikinci derece yararlananlar, hatta gerçekten aldanmış olanlar üzerinde baskı uygulamaktadır. Toplumdan af bekleyen siyasilerin, toplumu ikna edebilmesi için geçerli bir gerekçe sunmaları gerekir. O gerekçe de, buzdağının üzerindeki bölümü ile görüneni kadarıyla 14 yıl içinde uyanmayan, emrindeki tüm kamu araçlarına rağmen kimlerle işbirliği içinde olduğunu fark edemeyen siyasi kadronun, tekrar aynı hataya(!) düşmeyeceği yönünde topluma vereceği güvence olarak iktidardan uzaklaşması ve siyasi erki terk etmesidir. Bunun yolu da istifa ve seçimdir. Şu anda elindeki erk ile birileri üzerinde güç uygulayan siyasi erk yanlış içindedir ve suç yansıtması yaparak sorumluluktan kurtulamaz. Ancak, bu meseleyi haklılık açısından tartışmaya olanak yoktur; zira çürümüş bir sistemde güçlü daima haklıdır. Siyasi erk de parlamento yerine meşruiyeti sokak üzerinden oluşturmaya çalıştığına göre, hukuk çerçevesinde meselenin tartışılmasına olanak yoktur. Bu siyaseti besleyen toplumun bir kesiminin bilmesi gerekir ki, bugün güçlü olanın toplum ve güçsüz üzerinde kurduğu baskının sorumluluğu sadece siyasi erki elinde tutan güçlü görünende değil, var olan siyasi kadroyu güç katarcasına dalkavukluk yaparak bugünlere taşıyanların da üzerindedir. Bu konu kafalarda zamanla netleşip, vicdanî muhakeme anı geldiğinde, umarım bugün dalkavukluk konumunda olanlar, o anda da idrakten aciz olur da fazla ıstırap çekmez, tabii eğer vicdanları varsa!

Güvenlik açısından FETÖ operasyonuna gelince, nasıl olur da işbirliği içinde ülkenin ordusunu, yargısını, medyasını, üniversitesini, kısacası tüm örgütlerini hallaç pamuğu gibi atan ve bugün halktan özür dileyerek kurtulacağını sananlar, devlete ve topluma tali derecede zarar verenleri cezalandırmaya kalkmaktadır. Herkesin söylediği çok haklı gerekçeyi ben de söylersem, o insanlar da aldandıklarını beyan ederse, bugün asıl yandaşları bırakıp, onları cezalandıranlar gelecekte vicdan azabı çekmez mi?

Genel yaklaşımımızdan çıkıp, ufkumuzu biraz açarak bugün ülkemizde uygulanan politikaları dünya ekonomi konjonktüründe ele alırsak acaba neleri tartışmaya başlarız? Dünya ekonomisi kapitalizmin üçüncü büyük krizini yaşıyor. Piyasalara tonlarla paralar saçıldı fayda etmedi; faiz haddi yerlerde sürünüyor, ekonomiler toparlanamıyor; neoliberal politikalarla sermayenin önüne üretim faktörü ve ürün piyasaları ile tüm yerküre serildi yine dişe damağa dokunur bir çare üretilemedi. Çünkü kriz konjonktürel değil, yapısaldır. Böylesi bir küresel manzara ile Türkiye’de girişilen faaliyetler, parlamentodan geçirilen yasalar, OHAL ilanı ve bu süreçte uygulamaya koyulan önlemler arasında acaba bir ilişki olabilir mi? Sanırım, son uygulamaları biraz bu açıdan değerlendirmede çok büyük yarar var. Tüm basın organları Ulusal Varlık Fonu, Bireysel Zorunlu Sigorta Sistemi gibi yeni uygulamalar hakkında yeterince bilgi verdi. Burada, söz konusu uygulamaların betimlemesine girmeyip, bunlarla beraber genel yönetim biçimi ile küresel kriz arasındaki ilişki üzerinde durmak istiyorum.

Türkiye, periferik bir ekonomi olarak, künyesi itibariyle dünya kapitalizminin emrindedir. İçeride yaşadığımız yönetimsel sertleşme ve geliştiren ekonomik uygulamaların son darbe girişimi ya da ülke çapında yaşadığımız acı terör olayları ile fazla bir ilgisi yoktur. O nedenle, bu tür kararların ve uygulamaların OHAL içine yerleştirilmesi kesinlikle doğru ve etiksel değildir. Batı dünyasında sıkışan sermaye çevreye yayılarak yeni yatırım alanları ararken, Türkiye’deki bakir doğal kaynaklar kadar, reel ve finansal sermaye yatırım alanları da dikkati çekmektedir. Batı sermayesinin bu ilgisi siyasi kadronun da, ekonomiyi işliyor gösterme sevdası ile işine gelmektedir. Türkiye finansal sermayedara oldukça iyi net faiz ve toplumsal baskı ile anaparasının kaybolmayacağı güvencesini veren ekonomi konumundadır. Reel sermaye yatırımlarına gelince, özellikle son dönemde getirilen hükümler fevkalade dikkat çekicidir. Varlık Fonu uygulaması ile firmalara belirli süre için tanınan Kurumlar Vergisi, Gümrük Vergisi muafiyeti, Hazine malları ve taşınmazların bedelsiz devri, 10 yıla kadar sigorta işveren primi ödemesi, enerji tüketim harcamalarının % 50’sinin 10 yıl karşılanıyor olması gibi ya da belirli süre alım garantisi gibi avantajlar sağlanmasının anlamını çift yönlü ele almalıyız. Birincisi, bu avantajlardan yararlanmak isteyen firmaların sağladıkları avantajların firmaya bırakılması, ikincisi de söz konusu avantajların kamuya maliyet olarak yansımasıdır. Bu fonun kaynaklarının işsizlik fonu, özelleştirme gelirleri ve kamu varlıklarının menkul kıymetlendirilmesi yolu ile sağlanacak olması da kimin hakkının kimlere aktarıldığının yansımasıdır. Ey sermaye dışında kalan halkım, bir bu noktayı görsen ve emeğine göz nuruna sahip olsan kaderini nasıl değiştireceğini, anlarsın. Zira, bu alana giren firmalar piyasa olanakları dışında, yani senin emek ve çabanın şiddetli sömürüsü üzerine kar elde edecek ve maliyetler kamuya, yani yine sana yıkılacaktır. Kardan vergi almaktan da vazgeçen devletin, kar transferini engelleme gücü doğal olarak söz konusu olamaz. İşleyişin özet görüntüsü, güçlü yerli ve/veya emperyalist sermayenin Türkiye kamu fonlarını ve kaynaklarını metalaştırmasından başka bir şey değildir. OHAL ülkenin güvenliği ile ilgili bir önlem ise, böylesi iktisadi uygulamaların OHAL içinde ne işi var? Var, çünkü parlamentonun güçlü olduğu, kamu bürokrasisinin yargı ve yönetsel kurumları ile etkin olduğu, toplum bilincinin güçlü olduğu demokratik bir ortamda kamusal ve toplumsal kaynaklar sermayeye ve emperyalizme böylesi peşkeş çekilemez.

FETÖ karşıtı politikalarda öyle anlaşılıyor ki, fazla yaş-kuru ayırımı yapılmadan yolun üzerine kim ya da hangi firma çıkarsa kenara itilmeye çalışılmaktadır. Bu süreç firmaların aktif değerlerini düşürerek ya da sahipleri üzerinde haklı veya haksız korku salarak mülkiyet değişimine yol açabilir. Değersizleştirilen firmalara hangi yandaşlar ya da emperyalist ajanlar konabilir, bilinmez. Bu tür el koymalar, özelleştirmelerde olduğu gibi ilkel birikime yakın bir servet aktarımı sağlar. AKP’nin OHAL yönetiminde, herkesin sindirilip köşesine itildiği, sivil milis güçlerinin pusuda bekletildiği bir ortamda, böylesi ucu bucağı belli olmayan bir uygulama kabul edilebilir politika olarak görülemez. Küresel krizin sömürü vantuzunu şiddetle soktuğu çevresel konumlu ülkeler, sabun köpüğü ekonomi parıldamaları ile bir miktar mutlak iyileşme yaşarken, potansiyelin büyük kısmı sermaye ve özellikle de emperyalistlere akacağından nisbi duraklama, hatta gerileme yaşıyor olabilir. Kim bilir, 15 Temmuz kimin işi idi, kime yaradı, kimin zararına oldu?