Merkez ülke Türkiye

Halkımızın çoğu için duyunca heyecanlandıran bir ifade olsa gerek, "Merkez Ülke Türkiye" ifadesi. Ancak, doğrusu bu ifadenin aklı selim insanları o denli etkileyeceğini düşünemiyorum. Bir parti söylemi ya da programının bir parçası olabilir gibi gözüken bu ifade çok yönlü tahlile ihtiyaç göstermektedir.

Önce şöyle bir büyük ve dünyayı hakimiyeti altına almaya çalışan ülke liderlerinin söylemlerine bakalım. Bir zamanlar, duvarın yıkıldığı dönemde Doğu ve Batı Almanya birleşip tek ülkeye dönüştüğünde Almanya devlet başkanı ya da siyasiler "Alman Birliği yeniden kuruluyor" gibi ifadelerde bulunmadılar. Alman liderler ya da siyasiler bu birleşme ile, ilk dönem sıkıntılarını atlatıp zaman içinde Avrupa'yı, hatta belki de tüm dünyayı sarsabileceklerini düşünmüş olabilirlerdi, ama bunu telaffuz etmediler.

Günümüzün ABD politikasına baktığımızda da benzer görüntü alıyoruz. Günümüzün tek başat ekonomisi ve ülkesi olduğunda fazla kuşku olmayan ABD yöneticileri, gece gündüz dünyayı yönetme stratejileri geliştiriyor ve uyguluyor olmakla beraber, ağızlarına "Biz dünyanın hakimiyiz" lafını almıyorlar. En fazla, ABD'nin dünyanın en büyük ekonomisi olduğu konusunu gündemde tutuyor, gerçek yüzleri olan hakim siyasi güç olma konumlarını geri planda tutuyorlar.

İngiltere'nin dünya siyasetinde başat olduğu dönemlerde de, gizli veya açık politika uygulamalarına, dünyanın dört bir yanına saldığı casuslarına rağmen, dünyaya hakim olmak istediklerini dillerine alıp, açıkça ifade etmiyorlardı.

Bizde ise, sanırım böyle bir moda, yapılamayanların dillendirilmesi şeklinde ara sıra su yüzüne çıkıyor. Özal da bir zamanlar Türkî devletler tarih sahnesine çıktığında, iki okyanus arasında Türklerin hakimiyetinin pekişeceğini, belki de gerçekten inanarak, söylemekten geri durmadı. AKP'liler de Osmanlı mirasının sanki canlanacağını düşünerek, Ortadoğu'da belli bir hakimiyet kurmayı amaçlamaya yöneldiler. Osmanlı'nın, ekonomik sebepler yanında, etnik ve eyaletlerin ayaklanması neticesinde nasıl buralara geldiğini tahlil etmeden, adeta isteksel bir sıçrayışla yeni imparatorluğa hayallerinde yürümeye çalıştılar. Sonuçta tüm komşularımızla ihtilafa düştüğümüz gibi, Kuzey Kıbrıs da "yavru vatan" düzeyinden çıkmayı hedeflediğini ifade edince kızıl kıyamet koptu. Son dönemde CHP de benzer ifadeler kullanınca, bu konu üzerinde değinilmesi gerektiği kanaatini taşımaya başladım.

Bir kere, siyaset açısından, her ülke çevresine, hatta tüm dünyaya hakim olmak isteyebilir, hatta ileriye yönelik projelerini de buna göre geliştirebilir. Eski imparatorluklar dönemi kapanmış, ulus devlet dönemi de nihayet bulmak üzere ve yepyeni bir yapılanma süreci devrede iken, çevre ülkelere veya dünyaya hakim olmanın kurallarının da çok değişmiş olduğunun farkına varmalıyız. Sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği, asker ve silahın yerini, tedricen, ekonominin aldığı, asker ve silaha da artık ekonomi ve teknolojinin başat olduğu bir ortamda hakimiyet olgusu üzerinde bir kez daha düşünmeliyiz. Günümüz koşullarında çevre ülkelere hakimiyeti bir yana bırakalım da kendi ülkemiz üzerinde  belli belirsiz oluşturulan dış etki, hatta hakimiyet üzerinde kafa yormalıyız.

Her dönemde etkili unsur olmuş olan ekonominin günümüzde alet ve manevra alanlarının da çok farklılaşmış olduğu koşulda çevreye ya da dünyaya hakimiyet, taşıma suyla cari açığını finanse etmeye çalışan, teknolojiye giremeden inşaatla ekonomisini sürüncemede tutabilen, ekonomi-insan uyumu projeksiyonu dahi yapamayıp, kafaları ruh sükûnetine havale eden bir ulus için biraz lüks kaçıyor. Böylesi ifadeler içeride balon ruhlar oluştursa da dış dünyaya karikatür olarak yansımadan öteye gidemez.

Türkiye önce insanını beyin kapasitesine ulaştırmalıdır. Bu ise, imam hatip vb gibi ezbere dayalı eleştirel düşünceyi yasaklayan ve kurşun asker üretici eğitim sistemiyle gerçekleştirilemez. Ekonomik kalkınma ve gelişme eğitimi de yukarı çekiyor olabilir, ancak gelişmiş ekonomilerden yapılacak aktarımlarla gelişme süresini kısaltmak, ancak yapılan aktarımı algılayıp kullanabilecek yetişmiş elemanla olanaklıdır. Bu bağlamda, ileriye yönelik nüfus planlaması yanında, beyinsel kapasite planlaması yapılması birinci derecede zarurettir. Coğrafî anlamda merkez ülke değil, ekonomik anlamda merkez doku ülkesi bilim, kültür ve teknoloji ile olur. Çevre üzerinde bilimsel etki imam hatiple oluşturulamaz, kültürel etki pembe dizilerle gerçekleştirilemez, teknolojik etki ise montaj ihracatla kurulamaz. Çevre ülkeleri üzerinde başat olmayı ima edercesine merkez ülke olma söylemini, içeriye ne denli iç gıdıklayıcı etki oluştursa da, dışarının nefretini çekecek şekilde, cahil tavır sergilercesine cüret edeceğimize, çevre ile sulh içinde yaşamayı hedefleyerek iç gelişme ve ilerlememize ağırlığımızı vermenin ve çevreyi etki altına almaya çalışmak yerine çevreyle el ele kalkınmaya yönelmenin daha basiretli politika olacağını düşünmekteyim.

Bu noktada ikinci önemli aşama karşımıza çıkıyor. Türkiye'nin Devletçilik dönemi hariç, diğer tüm dönemlerde ileri kapitalist ekonomilerin peyki misali devinmeler oluşmuştur. Bu devinmelerde halkımızca pembe dönemler olarak algılanan süreçler yaşanmıştır. AKP'nin son 12 yıllık dönemi böylesi aldatmaca sömürgeleşme döneminin şahikasıdır. Bu şahikayı ülke halkına yaşatmış olan AKP bugün iktidardan düşüp, halka karşı ve arkadan sürdürmüş olduğu politikaların hesabını vermemek için dövüşerek sahneyi terk etmeye hazırlanmaktadır. Ancak, mesele salt iktidar meselesi de değildir. Mesele bir sistem meselesidir. Var olan insani ve maddi kaynakları toplumsal amaçlar doğrultusunda en etkili kullanabilen, doğa ve çevre toplumlarla barış içinde sağlıklı makul kalkınmayı yapabilmek için kapitalizmin sömürücü olduğu kadar aldatıcı da olan politikalarından kurtulmak kaçınılmazdır