Kapitalizmin ajanları işbaşında

Kapitalizmin sosyo-ekonomik yansıması "ye fakat yutma" şeklinde ortaya çıkar. Sermaye emeği sömürür fakat öldürmez, çünkü gelecek dönemde yine onu sömürecektir. Merkez sermayenin konuşlandığı büyük devletler küçük devletleri sömürür fakat tam çökertmez, çünkü gelecek dönemde yine onların üzerinde yükselecektir. İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde dünyaya hakim olan soğuk savaş dönemi çevresel ülkelere biraz nefes aldırmış iken, Duvarın yıkılmasıyla bu yapay dönem sonlanmıştır. Artık, taşların bağlandığı, köpeklerin salındığı vahşi ortama girmiş bulunuyoruz. İşte, Akdeniz Havzasında Arap Baharı operasyonu ile başlamış olup, epey zamandır devam eden operasyon nihayet ülkemizi de yalamaya başlamış bulunmaktadır. AKP'nin ve liderinin nefretle andığı ve "şef diktatörlüğü" olarak nitelediği dönemde dünyayı ateşe salan İkinci Paylaşım Savaşından uzakta kalmayı başarabilmiş olan ülkemiz, öyle gözüküyor ki, yirmibirinci yüzyılın şefini yaratacak olan ateş çemberinin içine bizzat kendi iradesi ile atılmaya hazırlanmaktadır.

Tarih ne oluşumun kesitsel konumu ne de görüntüsel aktörleri ile algılanabilir. Her oluşumun derin bir geçmişi, hazırlanışı ve pişiriliş süreci ve geniş bir alt-yapı ve hinterlandı vardır. Kapitalizm yaygınlaştıkça, önünde duranları "halk düşmanı" ya da "diktatör" ilan ederek ezmekte ve halkları özgürleştiği sahte savı altında kendisine yeni sömürü mekanları oluşturmaktadır. Eğer çeşitli doğa ya da biyolojik oluşumlar ya da olaylar çıplak gözle ve avam yorumu ile anlaşılabilir olsa idi, bilim denen alana gereksinme kalmazdı. Ülkesel ya da küresel ekonomik ve sosyal oluşumlar da bu savdan vareste değildir. Üniversiteler ve araştırma enstitülerinde onlarca, yüzlerce bilim insanı ekonomi, siyaset bilimi ya da sosyoloji alanında kafa patlatarak kurumsal oluşumları biyolojik varlıkların oluşum sürecine analojik olarak incelerken, kapısına yüksek okul yaftası asılmış bir mahalle mektebinden mezun olup bir şekilde iktidarı ele geçirmiş olanlar bu durumu hiç algılayamazlar. Bunun en iyi örneğini de, neoliberalizmi, ne ve nasıl bir şey olduğunu tam algılayamadan siyaset sahnesinde uygulamaya koymuş olan Reagan ve Thatcher'dir. Tabii ki, bu ajanların arkalarında halk düşmanı akademisyenler ve yoz aydınlar vardı! Ünlü iktisatçı Keynes bir makalesinde, halkın monetarizmin ne olduğunu anlamış olması durumunda iktidarı bir gün dahi siyasette tutmayacağını yazabilmiştir.

Arap Baharı operasyonu ile girilmiş olan Akdeniz havzasında Türkiye'ye de, geçmişte kökleri olmakla beraber, net olarak 2000 yılında IMF-Derviş düzenlemeleri ile girilmiştir. Böylesi huruç hareketini yönetecek bir siyasi örgüte olan gereksinim de, farklı kökten gelmekle beraber, zamanla farklılaşarak emperyalizme teşne olabilen AKP'yi tarih sahnesine çıkarmıştır. Ne hazindir ki, ülkelerin bölünerek yönetilmesi siyasetine dayandırılmış Büyük Ortadoğu Projesi içinde Türkiye de olarak, proje eş-başkanlığına ülkenin siyasi lideri atanmıştır. Seçilmişlerle atanmışlar arasında daima bir farklılık gözeten siy6asinin güçlü uluslararası ilişkiler bağlamında atanmış kişi konumuna çekilmesi, ileri dönemlerde tarih okumalarının ilginç tartışma konusunu oluşturma potansiyeli taşımaktadır. NATO dışında bir bloğa bağlı olmayan Türkiye'nin siyasi seçilmişinin güçlü uluslararası ilişkiler bağlamında atanmış görevli konumuna indirgenmesi herhalde ülkeyi bazı badirelerle karşı karşıya getirecekti.  Nitekim, Ortadoğu'nun lideri olduğu savunan ülke, bir anda ABD'nin İran ile anlaşmaya varması ile ciddi alan kaybetti ya da gerçeğe gözlerini açma durumunda kaldı.

Suruç olayını, polislere ve askere saldırıları salt günlük ya da anlık olarak değil de, Ortadoğu'da ABD-Rusya çekişmesi olarak görmek ve bu bağlamda Türkiye'ye biçilen rolü ve gidişatı algılamak durumundayız. Yazının özünden de anlaşılabildiği üzere, böylesi karmaşık dokuyu çözümlemek ve bir gazete sütununa sığdırmak haddi aşan bir süreçtir. Ancak, şu kadarını söylemekle yetinebilirim ki, bir ülkenin dış siyaseti, ne denli bağımlı olursa olsun, uzun erimli ve bu konuda ihtisas sahibi örgütsel dokular tarafından masaya yatırılarak tartışılmalı ve ancak böylece olası sonuçlara ulaşılmalıdır.  İşte burada seçilmişler değil, atanmışlar öndedir.

Peki, acaba neden seçilmiş siyasiler durmadan çeşitli kamu kurumlarını, özellikle de Dışişleri sorumlularını "monşer" nitelemesi ile aşağılayarak dışlayıp, her şeye muktedir gördükleri kendi dar çevrelerinde kararları oluşturmaktalar! Acaba, gerçekten durum bu kadar basit mi? Hiç sanmıyorum! Seçilmiş kişilerin, özellikle de kendisine lider süsü verenlerin onlarca, hatta yüzlerce danışman kullanmakta olduğu malumdur. Kimdir bu danışmanlar, bunlar ne sıklıkta yurt dışına ve ABD'ye giderler, kimlerle nasıl ve hangi kanaldan ilişki kurarlar? Acaba, bu kişiler kendisine lider süsü verenlere gerçekten danışmanlık mı yapmakta, yoksa başka işlevlerle mi liderin etrafında mevzilenmektedir. Bir güçlü devlet yöneticisi acaba başka bir devletin yöneticisini o ülkenin resmi atanmış kamu görevlileri ile mi yoksa danışman kılıklı kişilerle mi daha fazla etki altına alabilir ve yönetebilir!

Ortadoğu, ABD ve Rusya arasında olduğu kadar sair büyük güçler açısından da fevkalade önemlidir. Hiçbir güçlü devlet buranın liderliğini bir başka devlete bırakamaz, ancak  hevesli devletleri ve onların göstermelik liderlerini kendi amacına uygun kapitalist ajanlar olarak kullanır. Böylesi seçilecek mikro kapitalist ajanların hırslı olması gerekir ki, verilen göreve hevesli olsun; kendi çevresinde diktatör olması gerekir ki, yukarıdan gelen emir ve direktifler fazla irdelenmeden o yörede uygulamaya koyulabilsin. Umalım, ulus olarak uyanık davranarak ülkeyi derin bir badireden uzak tutabiliriz!

İşin bundan sonrası siyaset bilimi ve siyaset psikolojisi uzmanın ilgi alanına girer.

Değerli okuyucularımdan onbeş günlük tatil talep ediyorum. O zamana kadar esen kalınız!