İktidarın nüfus politikası

İktidar çevresinin ağzından düşürmediği Batılı emperyalistlerin nüfus kontrolü yöntemleri ile ırkımızı tehdit ettiği iddiasını üniversite yıllarında Çalışma Ekonomisi hocalarından bazıları söylerdi. O dönemlerde Türkiye’de nüfus artış hızı binde otuz dolaylarında olup, dünya ölçütünde çok yüksekti. Hacette Üniversitesi Nüfus Araştırmaları Enstitüsü bu konularda çok anlamlı çalışmalar yapmakta ve gidişat hakkında topluma gerekli bilgileri sunmakta idi. Zamanla nüfus artış hızımız yavaşladı ve dünya ölçütüne yaklaştı. Genel nüfus artış hızı kadar önemli olan ve Türkiye açısından ileriye yönelik kuşku duyulması gereken husus nüfusun genel oran olarak artması değil, bölgesel ve gelir dağılımı alanları itibariyle dengesizliğidir. Siyasilerin nüfus politikasını fazla akademik araştırmalara dayandırmadan, hemen her konuda olduğu gibi, bu konuda da kulaktan dolma politikalarla işleri götürdüğünü sanıyorum. Umarım yanılıyorumdur!

Fakülte dönemim hocalarının çoğu bugünkü siyasi baş kadronun hocası veya lideri idi. Ancak öyle anlaşılıyor ki, zaman içinde davranışlar etik kurallarından uzaklaşmış, zihniyetler de uçsuz bucaksız karanlıklara gömülmüş. Tutuculuk zamanla gericiliğe, piyasa zihniyeti de kapkaççılığa dönüşmüş. Gerek bireysel gerek toplumsal davranış kalıplarının eleştirilmesi doğru olabilir, ancak eleştirinin ana nedenleri gizlemesine izin verilmemesi gerekir. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğunun emperyalistler tarafından darmaduman edilmesi meselesi ne ajan işidir ne de salt emperyalizmle açıklanabilecek bir olaydır. Zira emperyalizm bir sistemin sistemik sonucudur ve hedefe yürürken çevreyi ajan kullanarak kendisini gizler. Hal böyle olunca, ajanı suçlamakla, sistemin özü ve devinim kuralları ihmal edilmiş, mücadelede hedefi sapmış olur.

Görüntü ile ana doku farklı olabileceğinden, bilimsel olarak görüntüden sıyrılıp ana doku üzerinde durulması asıl olmalıdır. Bu yöntemle nüfus meselesi üzerinde durarak siyasilerin söylem ve hedeflerine bir göz atalım. Her kantite gibi, nüfus da adet olarak ölçülür. Bu ölçüm bir göstergedir, ancak göstergenin anlamının neyi ölçmek istediğimizle ilintirilmesi gerekir. Günümüzün ileri teknoloji döneminde, dördüncü sanayi aşamasına geçildiği tartışmalarının havada uçuştuğu aşamada insanın önemi kantite olarak değil, kalite olarak ölçülür. Diğer bir deyişle, günümüzde insan birey adedi olarak değil, analitik kapasite olarak algılanır. Kısacası, insan yaratmak, biyolojik varlığı yoğun eğitim sürecinden geçirerek kültürel varlığa dönüştürmekle eş anlamlıdır. Bu durumda, biyolojik varlığın artış oranında, hatta ondan da yüksek oranda kaliteli eğitim hizmetlerinin oluşturulması kaçınılmazdır. Eğitim hizmetinin giderek yüksek kalitede artırılma oranı, biyolojik varlığın fiziksel artma oranının altındadır.  

Ülke insanımız ara eleman olarak mı, yoksa bir profesörün utanılması gereken ifadesiyle cahil kalarak mı artacak! Acilen yanıt verilmesi gereken ana düğüm noktası nüfusun mutlak adedi değil, kalite kapasitesidir. Özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ve dünya teknolojisini hedefleyen bir toplumda nüfusun anlamı ve büyüklüğü biyolojik adedi ile değil kalite kapasitesi ile ölçülmelidir. Bu noktada, eğitim politikası ve zihniyeti devreye girmektedir. Ne acıdır ki, ileri ülkelere ulaşmaya çalışan bir ülke, onların ilerlemenin ilk aşamalarında uyguladıkları politikaları değil de, son aşamada girdikleri yolu kopyalayarak kendisini geri planda tutma başarısına imza atabilmektedir. Talebelerin hangi okul ya da üniversiteye gitmek istemeleri ve üniversite sonrasında hangi ülkede kalıp akademik ya da başka işlerde istihdam edilmek istediklerini göz önüne aldığımızda, toplam kalite kapasitemizin ne olduğu, ondan önemlisi ne yönde geliştiğini acı bir şekilde anlarız.

Eğitimin gerici yöntem ve çocuk yaştan başlayan felsefeden uzak dinci içerikli hizmete dönüştürülmesi basiretli bir nüfus politikası olarak görülemez. Böyle bir nüfusun üretim alanında hizmet kalitesi düşük, siyaset alanında da analitik niteliği yetersiz olur. Bu kitle, tam da siyasilerin dediği gibi Batı teknoloji üretim sisteminin ancak ara elemanı olur ve Batıya hizmet ederken toplumuna yararlı olduğu görüntüsü vermek isteyen siyasileri desteklemekten geri durmaz. AKP politikalarının, günahı ve sevabı ile doğal olarak ecdadımız olan Osmanlı’ya yönelirken, nüfusu kalite kapasitesi olmaktan uzak kantite olarak görmesi ve göstermesi, ülkemiz açısından Batı’nın nüfus artış oranımızın düşürülmesi gerektiği telkininden çok daha vahim bir politikadır. Kalite kapasitesi zayıf ve salt kantite olarak büyüyen nüfus, ekonomik anlamda artık değer üretiminde giderek geri plana düştükçe, aynı hızda tarihten de silinmeye mahkûm olur. O zaman ne toplum kalır, ne de cehaletini dahi idrakten uzak toplum üzerinde yükselen siyaset!