Halk bir bilse

İngiltere’de, 1920’lerde Churchill’in muhalefetine rağmen, savaş öncesi parite kabulü ile altın standardına dönülüp, ülke tarihinde birinci dönem paracı (monetarist) politika uygulamaya koyulduğunda, Keynes 1925 yılında bir risale yayınlamış ve bu politikaların işsizliği artırarak sefalete yol açacağını ileri sürüp, politika aleyhinde aynen şu ifadeyi kullanmıştır: “Ülke bu politikalarla ne yapıldığını bir bilse, kesinlikle uygulamaya izin vermez!” Başlığı, bu veciz ifadeden alınmış olan bugünkü yazımda, halkımız “Batıya kafa tutuyor” ya da “dik duruyor” veya “dünya lideri oluyoruz” gibi duruş ya da ifadelerle aldatılıp oyları alınırken ülkeye nasıl zarar verildiğini açıklamaya çalışacağım. Söz konusu tavırlar iç politikada cahilliğe prim vererek kısa vadeli politik taban oluştururken, dış politikayı olumlu etkilemediği gibi, tam tersine, ülkeye çok ciddi zararlar vermektedir.

Yazının ana metnine girmeden şu konunun açıklığa kavuşturularak, netleştirilmesinin fevkalade zarurî olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmde her ülke ve ülke yöneticileri bölgenin, hatta gücü yetti kadar geniş çevrenin, daha da ileri düzeyde tüm dünyanın egemeni olmak isteyebilir ve tüm çabalarını da bu doğrultuda geliştirmeye gayret eder. Kapitalist mantıkla bu tavırlarda hiçbir yanlışlık yoktur. Ancak ülkeler gerçekten böylesi pozisyonlara yönelik politika oluştururken amaçlarını bu cahil cesaretiyle faş etmezler. Ülkelerin basiretli yöneticileri de bu yöndeki çabalarını planlarken ve icraata koyarken ketum kalır ve politik olarak açık vermekten çekinir. Çünkü hedefi amaçlarken ve hedefe yaklaşırken planı açık etmemek strateji gereğidir. Bu stratejiye uymamak cesaretin değil, ifade edilen amacın gerçekleştirilmesindeki yetersizliğin göstergesidir. O nedenle, böylesi tavırlar iç politikada kısa süreli kısmen etkili olsa da dünya egemenlerine traji-komik gelir.

Olması gereken strateji bu iken, Türkiye’de mevcut siyasi yönetimce uygulanan tavır tam ters yönde olmaktadır. Bağırıp-çağırma usta politikacı zaferi olarak halklara yutturulurken, Türkiye’nin uluslararası arenada görüntüsü ve prestiji giderek erimektedir.  Ne Davos’taki “one minute(!)s” şovu, ne Rus uçağı ile dalaşma politikası, ne de ABD veya AB ile restleşme sarhoşluğu ülke çıkarı doğrultusunda sonuç verici stratejiler olarak görülebilir. Böylesi tavır ve politikalar siyasilerin daha çok iç politikaya dönük göstermelik şovlar olarak algılanırken, dünya egemenlerine fevkalade güçlü karşı politika aleti sağlar. Nitekim göçmen pazarlığının vize kolaylığına bağlanma kurnazlığı karşısında Alman parlamentosunun aldığı karar çok düşündürücüdür. Türkiye’de günümüz siyasetçileri alaycı “monşer” söylemi ile ayağına kurşun sıkarak küçümsediği hariciye teşkilatının disiplininden çıkmadan içte ve dışa yönelik akılcı politikalar üretse idi, ülkemizin içteki görüntüsü kadar dış dünyadaki yeri de bugünkünden çok farklı olurdu. Günümüzün hırçın politikası sonucunda ülkemiz, hiç fark edilmediği şekilde, küresel egemenlerin etkisi ve dürtüsü altına girmektedir. Göçmen politikasını kirli pazarlığa dönüştürme çabası da, vize konusu da Türkiye’den çok, maalesef, egemenin tercihi doğrultusunda şekillenmektedir. Bunlar işin siyasi boyutlarıdır, bir de böylesi uluslararası saldırgan politikaların içe yansıyan olumsuz ekonomik boyutu vardır.

Bu meş’um politika anlayışının fevkalade olumsuz ekonomik boyutunu, tasarruf açığını kapatmaya yönelik arayışlarda reel yatırımların aleyhine finansal yatırımların desteklenmesi oluşturmaktadır. İşin cehalet boyutu da şudur ki, böylesi etkileşim sürecine ilaveten bir de faiz baskısı komedisi yaşanmaktadır. Şimdilik kapitalist sistem içinde yürüdüğümüze göre, küreselleşme aşamasında tasarruf açığının kapatılmasında doğrudan yabancı sermaye girişleri üretim ve istihdam gibi reel açılardan, serseri fonların faize üşüşmesinden daha yararlıdır. Serseri fonlar ani giriş ve çıkışları ile finansal şoklar yaratma eğilimi taşıdıklarından, uzun vadeli doğrudan dış yatırımların beklentilerini sarsmaktadır. Serseri fonlarla gerçekleştirilen finansal yatırımlar ile reel dış yatırımlar birbirini dışlayan farklı stratejilerle tetiklenirler.  

Uzun dönemli stratejiye dayalı olmayan politika yürüten siyasi kanattan daimi olarak faizi indirimi zorlaması gelmektedir. Dış kaynak gereksinimi hafiflemeden ülke içi istikrarsızlık sürerken ve politikacılar bunun yükselmesi için ellerinden geleni arkalarına bırakmazken ne faiz indirimi ne de reel sermaye girişleri istenen düzeyde gerçekleşebilir. Durağan olduğundan dolayı istikrar gibi algılanabilen devamlı ve derin istikrarsızlık ortamı reel yatırım sermayesine elverişli tablo sergilemezken, finansal sermayeye olumlu görüntü vermektedir. Şöyle ki, bir yandan ülke riskine bağlı olarak dünya ölçütünde yüksek faiz uygulaması, diğer yandan da baskıcı hâkim iç politika nedeniyle anaparanın kaybedilme riskinin oldukça düşük olması reel sermaye girişi aleyhine finansal sermaye girişini desteklemektedir. Diğer bir deyişle, ülke içinde demokrasi karşıtı baskıcı politikalar uluslararası alanda ülke riskini ekonomik riskin üzerinde algılanmasına neden olmaktadır. Böylece, ekonomi ihtiyaç içinde olduğu reel sermaye yatırımlarını görece dışlamakta, finansal yatırımları ise görece desteklemektedir. Finansal girişler ekonomide anlık parlamalar yarattığından siyasetçinin de günübirlik işine gelirken, reel yatırım ve üretime katkı yapmadan faiz kazancı sağladığından uzun dönemde ülkenin kan kaybına uğramasına ve halkın gelirinde göreli gerilemelere neden olmaktadır. Bu süreç, işsizliğe çare üretmeyerek, faiz yükünü hafifletmeyerek gelir dağılımı bozukluklarına da yol açmaktadır. Kısacası, küreselleşen kapitalizmin gizemli oyunu ile, siyaset geçici parıltılarla bir avuç iç finans paraziti ve küresel finansal emperyalizm arasında köprü oluştururken, aslında halkın aleyhine icraat yapmaktadır.  

İşte söylemek istediğim budur; halkımız bu politikaların neyin pahasına siyasi yapıyı ayakta ve kendi omuzları üzerinde yükselttiğini bir anlarsa işler çok daha farklı olabilir. Siyasilerin ülkeyi böylesi kaosa atarak kısaca anlatmaya çalıştığım süreci hızlandırması halkımız açısından bir “insan hakkı ihlali” dir.

Hey gidi koca Keynes, hadi diyelim ki, senin akıl ve idrak gücünü halklara yediremeyiz, aç finans parazitlerine ise hiç yediremeyiz de, IMF’nin anlı şanlı ekonomistlerine ve uluslararası üne sahip büyük üniversitelerin Nobel koltuklarına sığmayan hocalarına ne diyeceğiz!