Diktatörlükler çökerken

Diktatör, tanımı icabı, birçok hatalı işlemlere bulaşarak mücadele alanını genişletirken, giderek iktidardan düşmemek için elinden gelen her çabaya başvurur. Böylesi davranmasının sebebi, bir yandan hatalarını net olarak algılayamaması, diğer yandan da bunların halk nezdinde perdelenme çabalarıdır. Ne var ki, süreç sonlandığında diktatör yok olur, ama peşinden sürüklediği kütleler de acı çeker.  

Tarihin tanıklık ettiği üç önemli düşünür aynı zaman kesitinde yaşamıştır. Karl Marks, Charles Darvin ve Herbert Spencer ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamışlardır. Bunlardan Marks, Sigmund Freud’un düşüncelerine benzer şekilde, toplumsal sürecin içsel çelişkilerle gerçekleştiğini, üst-yapı kurumlarının söz konusu çelişkileri baskılayıcı rol üstlenmelerine rağmen, son kertede toplumun devrime sahne olacağını iddia etmiştir. Darvin biyolojik varlıkların çevreye uyum sağlayarak yaşamını sürdürüp gelişebileceği görüşünü geliştirmiştir. Herbert Spencer ise evrim görüşünü sosyal alana uygulayarak, “Sosyal Darvinizm” görüşünü geliştirmiştir. Akademik yaşamında Spencer’den etkilenen Thorstein Veblen de toplumların kendi sürecinde devineceği görüşüne dayalı “kurumsalcı ekol” ü başlatmıştır. Zaman içinde devrim karşısında, maalesef, evrim uygulanagelmiştir. Evrim kuramında sistemlerin çevreye uyum sağlayarak yaşamlarını sürdürdükleri savlanır. Hitler, salt komutanlarını dinlemediği için değil, çevre ve doğal koşullara uyum sağlamayıp hırsına kapıldığı için kendisi ve halkının feci sonunu hazırladı. 1941 sonlarına doğru Alman ordusunun akıbeti neredeyse belli olmuşken hırsından geri dönemeyen diktatör, kendinin de ulusunun da sonuna imzasını attı. Hitler’in savaşın orta yerinde niçin kararından dönmediği meselesinde şu kadarını söylemek yanlış olmaz ki, diktatörler akılcı davranmadıkları için dönüşü hazmedemez ve bunu bir rasyonel davranış olarak değil, bir yenilgi olarak algılayarak halka anlatamazlar! Son kertede diktatörün varacağı sonuç halkı ile birlikte kesinlikle hüsran olacağından, ilk aşamalardaki uygulama toplum yararına makul görülebilse dahi siyasette diktatöre alan açmak affedilemez büyük bir hatadır. Diktatöre alan açan siyasiler, diktatörle birlikte halk düşmanı olarak görülmelidir.   

Böylesi davranışlar acaba salt diktatöryal siyaset olarak mı görülebilir, yoksa sosyal Darvinizm’ in açık ya da örtülü uygulaması olarak mı yorumlanabilir? Bu sorunun yanıtına ışık tutabilecek olan şu soruyu da gündeme almak gerekiyor. Bir ülkede halkın hangi grubu uygulanan politikaları desteklemekte, hangi grubu ise keskin bir şekilde siyasi gidişata karşı çıkmaktadır? Baskılanan kurum ve örgütlere bakıldığında, çok kaba bir genelleme ile toplumda özgür düşünce ile siyasi kararlara karşı çıkan ve özgür karar alan ve yayan kuruluşlar üzerinde, yani yönetimin asıl amaçsal etki alanında baskı uygulandığı ileri sürülebilir. Örneğin, üniversiteler, medya, yargı kuruluşları özgür düşünce araç ve kanalları olarak, buna karşın parlamento, bakanlar kurulu ve bürokrasi ise özgür karar organları olarak kabul edilip, bunlar üzerinde siyasi baskı uygulandığı ileri sürülürse, tepeden yönetimin başatlığı ortaya çıkar. Genel halk üzerindeki olağan uygulama siyaseten amaçsal kritik yönetim alanı dışında kalır. Bu koşulda meseleyi salt diktatöryal yönetim açısından değil, onunla birlikte, dar blog yönetim şeklinde ele almanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Dar blog yönetim sisteminde, kısmen iç sermayenin, fakat onun çok daha ötesinde emperyalizmin siyasete hâkim olduğu ileri sürülebilir. Emperyalizmde merkez ekonomiler çevreden kaynak çekerken, çevrede yaşanan sıkıntıların perdelenmesi ya da halkların baskılanması gerekir. Açıktır ki, bu durumda ülke liderince toplumsal düşünce ve özgür karar alma organ ve kanallarının yandaşlaştırılması ya da uyumlaştırılması, bunun olanaklı olmadığı durumda da baskılanması ya da kapatılması gerekir. Çünkü emperyalizm uygulamasında çevresel ekonomilerin düzene uyum sağlamasının anlamı ve koşulu onların uyumlaştırılmaları, daha doğrusu sessizleştirilmeleridir. Böyle bir süreç diktatörün psikolojisine uygun olduğu kadar emperyalizmin de patolojisine denk düşer.

Avrupa Parlamentosunun son kararı ve bu karara giderken zaman içinde yaptığı çeşitli ikaz ve itirazlar göstermelik değil idi, ancak bu süreci Türkiye’yi AB üyesi olarak tanımama bahanesi dışında, emperyalist güçlerin Türkiye’nin demokratikleşmesi konusundaki endişeleri ile açıklamak fazla anlamlı görülemez. Zira emperyalizm açısından çevresel ekonomilerin sisteme uyumu demokratikleşmeyi kapsamaz. Avrupa, kendi açısından haklı ya da haksız, Türkiye’nin tam ortaklığı konusunda öteden beri taşıdığı tereddütleri silemediği gibi, Türkiye’nin tam üyeliği ile bizzat emperyalist hedeflerini de bugün olduğu kadar gerçekleştiremeyeceğini, hatta bizzat kendisinin ağır maliyetlere katlanacağını düşünüyor olabilir. Kısacası, Türkiye Batı dünyasının standartlarında modernleşemediği için dışarıda tutulurken, aynı zamanda ülke halkının emperyalist uygulama sonuçlarını analiz edemeyecek düzeyde “emperyalizme uyum” lu hale getirilmesi arzulanmaktadır. Eşzamanlı uygulanan politikaların her ikisi de emperyalisti mutlu ederken, ikincisi içteki siyasiyi mutlu etmektedir. Ancak her iki uygulama da hem Türkiye’deki hem de yurt dışındaki, özellikle de Avrupa’daki vatandaşlarımızı perişan etmektedir. Öyle bir siyaset ki, emperyalistle kol kola vaziyette halkımız perişan edilmektedir!