Anti-tröst politikası komedisi

Evrenin devamlı olarak genişlediğini görmek ve algılamak için ömrümüzün asırlar boyu uzun olması gerekirdi. Bir evin mutfağında diş macunu üreterek oluşturulan sermayenin bir ülke çapında büyük sermaye olduğunu görmek için ise iki veya en fazla üç nesillik bir yaşam süresi yeterli olur. Her iki olayı da anlamak için o denli uzun yaşamaya da gerek yok. Düşünce sistemi ile hiç görmediğimiz ve/veya göremeyeceğimiz olayları da tahayyül ederek, teorik düzeyde, anlayıp öğrenebiliriz. Kaldı ki, içinde yaşadığımız dünya koşullarında tarihin bizlere sunduğu öylesine zengin bir sahne var ki, bu sahneye bir anlık bakış bile bize çok şey anlatır ve öğretir. İşte, sermayenin büyüme dinamiği de böyle bir şeydir. Aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım üzere, tüm dünyaya hükmeden ABD’de ünlü anti-tröst yasalar vardır. Ama, ne gariptir ki, ABD’deki firmalar, salt ABD’nin değil, dünyanın en büyük firmalarıdır. Hal böyle iken, özel sermayeye izin verip, sonra da bunların monopolleşmesine engel olunacağını söylemek komediden öte bir laf değildir.

Sermaye, devinimi ve gelişimi ile canlı doku gibidir; olanaklar dahilinde gelişir ve büyür, olumsuzluklar ortamında ise ölür, yok olur. Bu demektir ki, sermayenin de, devinim sürecinde etkili olan, kendi özel ortamı vardır. Bu ortama dışarıdan devletin müdahalesi devlet kararı ile değil, tam tersi, bizzat sermayenin kararı ile ve bu karar doğrultusunda olur. Hal böyle olunca, kontrol edilebilir sermaye ufak bakkal dükkanı düzeyinin üzerine çıkamaz.

Bir ülke birikimleri ile oluşturulan sermaye, konumu o ülkede olsa da, o ülkenin sermayesi değildir. Zira sermaye büyüdükçe, yani sömürü payını artırdıkça, yeni yatırımlarını o ülkede yapabileceği gibi, sömürmek üzere daha başka ülkelere de gidebilir. Bu duruma günümüzün küreselleşme koşullarında siyasi iradenin hemen hiçbir müdahale gücü söz konusu değildir. Tersi durumda, yani sermayenin büyümediği durumda, o ülkenin kaynaklarına ve üretim potansiyeline büyük yabancı sermayeler el koyabilir ya da ülkenin uluslararası arenada genel konumu geriler. Bu durumda, küreselleşme koşullarında uluslararası rekabetin artması neticesinde her tür sermaye şiddetli rekabete karşı dirençli olabilmek adına olağanüstü boyutlarda büyümek zorundadır. Rekabet karşısında büyüyemeyen sermaye giderek küçülür, yok olur veya büyük sermaye tarafından eritilir veya yutulur.   

Sermayenin büyüme dinamiği, özel mülkiyet rejiminde, yaşama dinamiğinin doğal sonucudur. Bu itibarla, özel mülkiyet rejiminde, olumlu ekonomik ve sosyal koşullarda sermaye büyürken ülkenin diğer olanakları da buna paralel olarak gelişir. Aksi durumda, yani sermayenin büyümesini yapamadığı durumda ise, ülke salt ekonomik açıdan değil, sosyal ve siyasal açıdan da geri konuma düşer. Bu nedenledir ki, sermaye dokusunun birikim yaparak büyümesi bizzat siyasi çevrelerin arzuları ve tercihleri doğrultusunda bir gelişme sürecidir.  Ülkemizde yaşanan olumsuzluklar ve çatışmalar sermaye birikim ve büyüme sürecinde yaşanan aksaklıkların beklenen sonuçlarıdır.

Hal böyle olunca, bazı siyasi çevrelerin “milli sermaye” ya da “ulusal sermaye” gibi sıfatlar kullanarak bazı sermaye unsurlarını kutsaması, geçici dönemle ilgili istisnai olup, ekonominin uzun dönemli evrensel kurallarına mutlak olarak terstir. Geçiş dönemlerinde ve sermaye henüz uçabilecek düzeye gelmemişken ulusal görüntü verebilir. Bu dönemlerde üretim yapan sermaye ulusal amaçlara hizmet ediyor görüntüsü sergileyebilir. O nedenledir ki, suikaste kurban giden kimi sanayiciler için arkasından “ülkeye çok yararlı olduğu” ya da “binlerce işçiye ekmek kapısı olduğu” gibi tamamiyle aldatmaca sözler dizilir. Oysa, sermaye, emeği sömürdüğünden dolayı, yaratılan değerin bir bölümünü emekçiye dağıttıktan sonra geri kalanı kâr adı altında kendi özel mülkiyetine geçirerek, bu bölümü istediği yerde ve şekilde kullanıma hazır halde tutar. Diğer bir deyişle, özel mülkiyet rejiminde sermayenin yarattığı zenginlik emekçilere yansıtılmaz. Diğer yandan, sermayedarın emekçiye iş vermesini bir olumluluk olarak görmek, emeğin gümüş tepsi içinde sermaye sahibine ne armağan ettiğine gözleri kapamak demektir. Halkın öğretisi bu yönde olabilir. Ancak toplumların yöneticisi konumundaki siyasilerin böylesi kör olması ancak bir ideolojiye hizmet ediyor olduğu anlamını taşır. Kimliklerin öne çıkarıldığı Yeni Dünya Düzeni koşullarında insanların kurtuluşu kimlikleri üzerinden topluluklar kurması ile değil, kafalarına patron olarak oturacaklardan kurtulmaları ile olmalıdır. Bir coğrafyada yaşayan farklı alt-kimlikli insanları birleştiren tek unsur üretim sürecindeki aynılıktır, bu da sınıf bilincini gerektirir. Kurtuluşun kimliklerle değil, sınıf bilinci ile olduğu gerçeği kavranmadıkça, verilen mücadele de beyhudedir, kurtuluş beklentileri de!