AKP ekonomisinin aldatıcı hazin resmi

13 yıllık tek parti iktidarını tamamlamış olan AKP kadrosunun ekonomi yönetiminin resmi Bağımsız Sosyal Bilimciler tarafından çekildi ve YORDAM Kitap tarafından basıldı. Özellikle yaşamsal bir seçime giderken fevkalade önemli olan bu belge, her ne kadar takım tutarcasına davranan halkımızın derdine çare olmayacak gibi gözükse de, sorumlu akademisyenlerin durumu yansıtmak vicdani görevdir. Bu bakımdan değerli ve sorumlu akademisyenlerimize şükran borçluyuz. Geçtiğimiz hafta içinde 22 Ekim'de Ankara'da, 23 Ekim'de de İstanbul'da tanıtımı yapılan AKP'li Yıllarda Emeğin Durumu başlıklı kitap, üç bölüm halinde şu sorulara yanıt aramış: "Çalışma yaşamı, emeğin örgütlenmesi ve toplumsal mücadelesi ve tarımsal yapılar neoliberalizmin ideolojik koşullandırmaları altında nasıl biçimlenmiştir; Bu biçimlenme, gelir ve servet bölüşümünü sınıfsal düzeyde nasıl etkilemiştir; Olumsuz bölüşüm örüntülerini emekçiler ve yoksullar için katlanılabilir kılmak üzere hangi 'telafi mekanizmaları' harekete geçirilmiştir, bunların sonuçları nelerdir?"

Sekiz bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde iktidar eleman ve yandaşlarının ısrarla vurguladıkları yüksek ekonomik performansın ne denli geçersiz olduğu hem ülke içinde zamanlararası karşılaştırma, hem de 25 ülke içinde kesit analiz şeklinde verilerek, fevkalade sarih olarak sergilenmiştir. Bölümün en başında siyasilerin ve yandaşlarının iki önemli tezinin çürütülmüş olduğunu görmekteyiz. Birincisi, 13 yıllık AKP döneminde ekonomik performans, 1961'den itibaren, kayıp dönem olarak anılan 1990-99 dönemi hariç, diğer tüm dönemlerin ortalamalarından daha düşüktür. İkincisi, tek parti dönemi olarak anılan ve yüceltilen AKP dönemi performansı, geçmiş koalisyonlar dönemi ortalamalarından daha düşüktür. Parlak dönem olarak nitelenen ve AKP'nin modeli olarak görülen Özal döneminde de daha önceki, dönemlerden düşük bir büyüme gerçekleştirilmiştir.

AKP dönemi büyüme oranı 25 ülke ortalamasının üzerinde olmakla beraber, işsizlik, enflasyon, yatırım, ulusal gelir içinde kamu borcu oranı, cari denge, dış borç oranları ve rezervler  açılarından daima ortalamaların gerisindedir. İşin ilginç yanı, doğrudan yatırımların ulusal gelire oranı açısından ortalamaların altında kalan Türkiye, üretime katkıda bulunmadan yüksek gelir sağlayarak ekonomiyi sömüren portföy yatırımlarında şaha kalkmış gözükmektedir. AKP yöneticilerinin "faiz lobisi" ni nerede aramaları gerektiği gün gibi ortadadır.

Böylesi olumsuz tablo çalışma yaşamındaki olumsuzluklarla birleşince ortaya çıkan gelir dağılımı tablosu da yukarıda sayılan olumsuzluklar zincirine eklenmektedir. Sağlıksız verilerle elde edilen Gini katsayısının çok küçük oranlarda olumlu sinyaller veriyor olmasına rağmen, bir yandan yaygın işsizlik diğer yandan da enflasyon hesaba katıldığında, aldatıcı Gini katsayısı itibarını yitirmektedir. Nitekim, yaratılan artık değer oranın % 308-333 arasında seyrediyor olması, emek ve sermaye arasındaki açılımı göstermektedir. Servet dağılımı ise, gelir dağılımından daha da beter durumdadır. Üst servet sahiplerinin toplam servetlerden aldığı pay, 2002 yılında % 67,7 iken bu oran 2014 yılında % 77,7 oranına fırlamış bulunmaktadır.

Gelir dağılımı ana akım iktisatta faktör payları olarak mekanik ilişki içinde verildiğinden tarafların birbiri karşısındaki hakimiyeti ve/veya pazarlık gücünü perdelemektedir. Oysa, konuya Marksist bağlamda iktisat politikası gözü ile bakacak olursak, gelir dağılımı bağlamında insanlar arası ilişkilerdeki hakimiyet dokusunu kavrarız. Böylesi hakimiyet ilişkisi içinde "gelir bölüşümü" ifadesindeki "bölüşüm"  sözcüğü, aynen iletim sözcüğünü ikame eden "iletişim" ya da yönetim sözcüğünü ikame eden "yönetişim" sözcükleri gibi, tarafların karşılıklı pazarlık gücü olduğu ve birbirileri üzerinde belirleyici hakimiyet ilişkisi kurabildiği iması taşıyabilmektedir. Halbuki, çalışma yaşamında belki bir dereceye kadar toplu sözleşme aşamasında böylesi karşılıklı pazarlık söz konusu olsa bile, yoğun işsizlik ve sermayenin emek karşısındaki ezici gücü herhangi bir karşılıklı denkliğe meydan vermemektedir. Kaldı ki, sermayenin yanında yer alan devletin, gerek harcama gerek vergi politikalarına baktığımızda da durum emek açısından fazla olumlu görüntü vermemektedir.

AKP döneminin neo liberal acı reçetesini görece hafifleten politika sadaka kültürünün yaygınlaştırılmasında aranmıştır, Vatandaşlık ölçütü ile insan hakkı olarak objektif yapılması gereken sosyal yardımların, parti temelli ve sömürücü ölçütle gerçekleştirilmesi yolu ile AKP'nin iktidar yolu açık tutulmaya çalışılmıştır.

Kitapta sağlık ve eğitim alanları da kapsamlı olarak incelenmiş, sağlıkta "dönüşüm" uygulaması ile ilaçlı tedaviye ağırlık verilip, koruyucu hekimliğin arka planda tutulduğu, eğitimde ise imam hatipleştirilen gençliğin, böylece nesillerin ve ülkenin karartılan geleceğinin açık tablosu çizilmiştir.

Umalım, kapitalizm içinde geçici rahatlama kanalları arayışımız, kısa sürede yerini nihai ve kesin çözüme yönelik sol politika reçetelerine bırakarak, salt ezilen kesimler için değil, bizzat ezen ve sömüren kesimler için de daha insanca yaşanacak ve bilimsel çalışmaların daha yararlı ve anlamlı alanlara yönlendirilebileceği bir ortam oluşturmaya yöneltilir. Yine umalım ki, kişisel hırs ve çıkarlarını toplumsal görevlerinin önüne koymuş olan akademisyen ve aydın geçinenlerin şimdiye dek yaşanmış gerçeklerden artık ders alma zamanı gelmiştir!