Akademik özgürlük

Akademik özgürlük konusunda sıkıntı yaşayan ülkeler doğum sancısı içinde demektir. Her karanlığın bir aydınlığı olduğu gibi, her doğum da bir tür yenilenmedir. Yenilenme için önce bir sarsılış yaşanır, ardından  iç hesaplaşma yapılır ve son kertede daha güzelde varoluş gerçekleşir.

Neden akademik özgürlük daima bir tartışma konusudur? Neden akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü kimi yerde derin bir toplumsal sorun olarak karşımıza çıkmaktadır? Türkiye’de içinden geçtiğimiz fevkalade sancılı dönemde bu konunun irdelenmesini ve tartışmaya açılmasını da bir akademik sorumluluk konusu olarak görüyorum. Toplumun aydınlık geleceklere yönelmesi adına, “akademik özgürlük” ve “ifade özgürlüğü” konularının toplumun her katmanında tartışılmasının gerekliliğine inanıyorum. İçinden geçtiğimiz olağanüstü koşullarda ülkemize ve halkımıza yapacağı katkılar açısından söz konusu konuların değerli tartışmacılar tarafından böyle bir makale boyutundan çok öte ve daha da genişletilerek irdeleneceğini düşünüyorum.

Akademik özgürlük, bilimsel faaliyetlerde, olabildiğince, hiçbir etki altında kalmadan araştırma ve inceleme yapıp, bulgular üzerinde ulaşılan bilimsel yorum ve sonuçları ifade özgürlüğü ortamında toplumun bilgisine sunma eylemine olanak sağlayan koşuldur. Akademik faaliyette bulunan kişinin üniversite ya da benzeri yüksek araştırma kurumunda bulunması halinde gerekli ilk koşul ise bağlı olunan kurumun özerk olmasıdır. Kurumsal özerklik, akademik eleman üzerinde hiçbir baskı oluşturulmadan bilimsel faaliyetini sürdürmesine ve sonucun topluma yaygınlaştırılmasına olanak sağlar. Bu nedenledir ki, akademik özgürlük için ilk şart olarak üniversite ve yüksek kurumların özerk (otonom) olması gereklidir.

Akademik özgürlük akademisyenin toplumsal, siyasal ve, daha da önemlisi, meslek dokusu bağ ve etkilerden âzad olmasını gerektirir. Tersinden bakarsak, tüm bu bağlantı ve etkileşimler, akademik özgürlük üzerine gölge düşürür, hatta çoğu durumda, hiçbir görüntü vermeden ve algılama oluşturmadan da akademik özgürlük önünde çok ciddi engel oluşturur. Üretim ilişkisinin oluşturduğu toplumsal ve sınıfsal yapılanmalar yanında, sair nedenlerle yıllar içinde oluşan toplumsal formlar ve ananeler bireyleri belli düşünce ve eğilim kalıplarına sokarak yeni ve farklı düşüncelere karşı katı yapılara dönüştürür. Özellikle kalkınmasını tamamlayamamış toplumlarda yaşanan biat kültürü yanında, yükselen dincilik ve muhafazakarlık görüntüsüne bürünmüş gericilik akımı da yeni fikir oluşumları önünde aşılması güç bariyerler oluşturur ve akademik özgürlüğe mutlak ket vurabilir. Toplumsal yapılanma üzerinde yükselen siyasal örgütler de,  tarihsel gidişe ters düşercesine geçmişe açılan kapıları halklarına yenilik ve özgürleşme adına boş hayaller olarak başarı ile yuttururken, oy tabanını tutabilmek için hemen tüm yeniliklere set çekerler. Ekonomik alanda da güçlü sermaye akademisyenler ve araştırmacıların sistemi analiz ederek tüm yapılanma ve işleyişin aşikar edilmesine karşı çıkar. Toplumsal güç odakları ve onların siyasi temsilcileri, toplumsal çıkar aleyhine iktidarlarını koruyabilmek için kendi irade ve denetimleri dışındaki yeniliklere karşı çıkarak, üniversite ve araştırma kurumlarının özerkliklerini olduğu kadar, araştırmacı ve akademisyenlerin de bilimsel özgürlüklerini ve ifade özgürlüklerini sınırlamada beis görmezler. Zira, akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü toplumsal güç odaklarının ve onların siyasi temsilcilerinin aleyhinedir.  

Akademik özgürlüklerin önündeki en büyük engel, maalesef, bizzat “akademik lonca”dan gelebilir. Ünlü sosyolog Pierré Bourdieu’nun “sembolik şiddet” olarak nitelediği, akademiye giriş elemeleri ve akademi içinde çok farklı fikirlere karşı bizzat akademik çevreden gelen baskılama ve dışlamalar akademik özgürlük karşısındaki en önemli engellerden birini oluşturur. Üniversitelerin tek tipleşmesi ve siyasal erke bağlı konuma getirilmeleri birçok akademisyeni fikirsel çıkışlardan alakoyar ve hiç farkedilmeyecek şekilde akademik özgürlüğü baskı altına tutar. Otoriter toplumlarda üniversiteler toplumsal üst-yapı konumunda yapılandırılarak akademik özgürlükler ve ifade özgürlüğü kısıtlanır. Oysa, geniş akademik özgürlükler ortamında akademisyenler arasında yaşanacak tartışmalar sonucunda fikirler arasında yakınlaşma görülebileceği gibi, çok daha farklı ve topluma yararlı fikirler de ortaya çıkabilir.  

Akademisyene karşı geliştirilen ilk tepki çıkar gurupları ve siyasiler gibi menfaati zedelenenlerden gelir. Geliştirilen tepkinin ilgisiz destekçileri ise, aslında farklı fikirlerden yarar sağlayabilecek olan ve yasaklama ile çıkarı zedelenen bilinçsiz halk yığınlarıdır. Geniş halk yığınları yanlış algılama ve alışılagelmiş düşünce sistemlerinin etkisi altında karar oluşturur. Buna karşın, akademisyen bir olgunuın oluşumu ve gelişim süreci yanında, süreç üzerinde uygulanan politikaların uzun dönemdeki sonuçlarına bakarak, çok geniş perspektif içinde çözümleme yapar ve karara ulaşır. Anlık bilgi oluşturma ile bilimsel çözümleme arasındaki fark ünlü filosof Kant geleneği öncesi ve sonrası olarak ele alınır. Orta Çağ geleneğinde gerçekçilik (realizm) yaklaşımında olgu ile algılama arasında doğrudan ilişki kurulurken, Kant sonrasında geliştirilen varsayımsal (hipotetik) yöntemde gerçekçilikten uzaklaşılır, varsayımlara dayalı çözümleme ile sonuca ulaşılır. İki yöntem arasındaki temel farkı, biraz basite indirgeyerek, şöylece açıklayabiliriz. Gerçekçilik yaklaşımında salt görünen olgular betimlenir ve ona göre karar oluşturulurken, varsayımsal yaklaşımda çeşitli varsayımlarla oluşum öncesi, oluşum süreci ve oluşuma müdahalenin uzun dönemli  olası etkileri gibi çok geniş alan irdelenir ve böylece  bir sonuca varılır. Örneğin, Suriye göçmenleri sorunu gerçekçilik yaklaşımında salt anlık Suriye sorununa, hatta Esad rejimine bağlanabilirken, varsayımsal yaklaşımda yaşanan olgunun kapitalizmin tarihsel süreç ve dönüşümlerinin uzun erimde bir tetikleyici ile suyüzüne çıkmış olabileceği ve yaşananların gelişmiş ekonomilerde ne tür ekonomik ve politik sonuçlara gebe olabileceği düşüncesyle bir sonucuna varılır. Keza, akademisyenlerin barış bildirisinde de talihsizce yaşandığı üzere, bildiride hipotetik yöntemle barış talebi etrafında örülen, bir yandan sürecin oluşum ve yaşanış tarzının, diğer yandan da yaşananların uzun dönemde olası sonuçlarının irdelenmesinin gerektiği tezi inanılmaz şekilde gözlerden kaçırılmakta ve çok farklı ve ilgisiz yerlere gönderme yapılmaktadır.

Akademinin tek misyonu, araştırma ve inceleme sonuçlarını topluma sunarak farklı fikir ve görüşlerin ışığı doğrultusunda toplumsal demokrasinin oluşumuna katkı sağlamaktır. Böylesi bir yaklaşımın barış ve özgürlük dışında bir amacı ya da talebi olamayacağı açıktır. Zira, aksi talepler bizzat akademiye gem vurur ve akademik özgürlüklere engel olur. Akademik özgürlük çoğu durumda siyasilerin ve güçlü çevrelerin çıkarını ihlal edebildiğinden, halkın aleyhine, bu çevrelerce kısıtlanmaktadır. Akademik özgürlüğe ve ifade özgürlüğüne vurulan darbe salt dar akademik çevreyi sınırlamakla kalmaz, fakat geniş halk yığınlarının çıkarlarını zedeler. Ne var ki, tarih halkların bizzat kendi karar ve oyları ile demokrasiye nasıl zarar verebildiklerinin de görüntüleri ile doludur. Örneğin, Eylül 1937 yılında Mussolini Berlin’de halka yaptığı konuşmada aynen şunları şöyleyebilmiştir: “Günümüzün en güçlü ve aşikar demokrasisi İtalya ve Almanya’da mevcuttur”. Umalım tarih tekerrür etmez!