Ticaret savaşı ve artık ütopya olmayan…

Bin yıldan fazla süren Avrupa feodalizminin uyuşukluğu sönerken ve kapitalizmin şafağında, “ütopya”lar arkası arkasına patladı. Alışılmamış, daha dinamik, akla dayalı ve adil bir dünya umudunu yansıtan kurgular, 16. ve 17. yüzyıllarda More’un, Campanella’nın, Bacon’un kaleminden kâğıda döküldü.

Ancak en radikal dünya kurgusu, 19. yüzyılda sanayi devrimini ve işçi sınıfının ortaya çıkışını gören Marx’ın beyninde şekillendi:

“Bütün dünyanın işçileri, birleşin.”

Bilime yaslanan bu müthiş öngörü o çağda bir ölçüde “olmayan ülke” anlamında ütopikti. Dünyanın ezici çoğunluğunda kırsal ilişkilerden başka bir şey yoktu, dünya nüfusunun %90’ından fazlasını köylüler oluşturuyor, ücretli emeğin yeri ufacık kalıyordu. O dönemde geçerli olan köle emeği bile muhtemelen işçi sınıfının nüfusundan daha fazlaydı. Sanayi üretimi dünyanın çok küçük bir bölgesiyle sınırlıydı.

Şimdi ise dünyanın yaşadığı kriz bir yandan ürkütüyor, diğer yandan bütün dünyanın işçilerinin birleşmesinin, sosyalist bir dünya düzeninin oluşmasının nesnel temellerinin nasıl yükseldiği ortaya çıkıyor.

ABD tarafından tetiklenen “ticaret savaşı”ndan bahsediyorum. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere ve Almanya arasında doğan yakıcı rekabeti andırıyor.

ABD’nin ticari açığının yılda 800 milyar doları bulduğu söyleniyor. Bunu bir süre öncesine kadar kontrol altında tutabiliyorlardı, hem emperyalist dünyada siyasi egemenlik hem doların mali hegemonyası bu açığı döndürmek için yeterli oluyordu. Ancak ABD sermayesi için yolun sonuna gelindi, her cephede kontrolsüz bir şekilde geriliyorlar ve doların bir kalp para olduğunu saklayamadıkları noktada çöküşü hissediyorlar.

Pasifiğin öte ucunda ikinci bir sanayi devi olarak Çin’in ortaya çıkışı bu dengeyi altüst etti. Aşağıdaki grafik ABD’nin sadece Çin’e karşı verdiği ticari açığı gösteriyor.

Şekil 1: 1998’den itibaren kırmızı çizgi ABD’nin Çin’den ithalatını, mavi çizgi ABD’nin Çin’e ihracatını, fark ise ABD’nin Çin ile ticaretindeki açığı gösteriyor (Kaynak: ABD Uluslararası Ticaret Komisyonu)

Görüldüğü gibi ABD’nin ticari açığının nedeyse yarısı Çin’e karşı veriliyor. Diğer yandan açığa rağmen yakın zaman kadar aralarında eşitsiz bir alışveriş bulunuyordu. Çin emek yoğun malları ABD’ye satarken, ABD’den ileri teknoloji ürünlerini alıyordu. Karşılıklı sermaye yatırımlarının yanı sıra ham maddeden ara ürüne nihai ürün çıkana kadar üretim süreci karşılıklı ticareti gerektiriyordu.

Ancak Çin son yıllarda bir atılım yaparak yüksek teknolojiyi hedefledi ve bu konuda hızla yol almaya başladı. ABD ile Çin’in birbirinin içine geçmiş üretim süreci kaçınılmaz bir şekilde legal veya illegal yollarla teknoloji devrine dönüştü.

Emperyalist sistemde tekellerin ve devletlerin gücüne göre yıllar içinde ülkeler arası ticarette vergi ve teşvik eğilimleri oluşur, bunlar birden bire ortaya çıkmazlar. Ancak bir devlet aniden gümrük duvarını yükseltmeye karar verirse, bu “ticaret savaşı” olarak adlandırılır.

Ve ABD ithal çeliğe %25, ithal alüminyuma %10 ek gümrük vergisi getirerek ticaret savaşının düğmesine bastı. Üstelik bunu soğuk savaştan kalma bir kanuna, “Ulusal güvenliğin tehdit altında olduğuna” dayandırarak yaptı. Bu işin sıcak bir savaşa dönme riskini herkes fark ediyor ama biz sürecin diğer tarafına bakalım.

Böyle bir “ticaret savaşı” günümüz emperyalizminde üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı yer nedeniyle imkânsız gözüküyor. Bir metanın üretilmesi için ham madde ve ara ürünler defalarca ulusal sınırları aşıyor.

Çelik, alüminyum, nadir metaller sınır ötesi yolculuğa çıkıyor, tek bir akıllı telefonun yapımı için bile yongalar, ekranlar, devreler çok sayıda ülkenin on binlerce işçiyi çalıştıran fabrikalarında üretiliyor ve tekrar yolculuğa çıkıyor. Bir nihai ürünün elinizde pasaportu olsaydı ve içindeki parçaların geçtiği ulusal gümrük duvarlarını görseydiniz şaşırırdınız.

Tekeller ve devletleri arasında yaşanan rekabet ve savaş hali aslında düzendeki tükenmeyi gösteriyor. Üretimin toplumsal ve uluslararası niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki kaldırılamaz hale geliyor.

Bu bir altüst oluşa ve sosyalist bir dünyanın kurulabileceğine, insanlığın birikmiş bütün sorunlarının, işsizlikten çevre kirliliğine, israftan yoksulluğa kadar çözülebileceğine işaret ediyor.

 Marx’ın yüz elli yıl önceki öngörüsü bir kez daha bütün şiddeti ile kendini hissettiriyor:

“Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”