Rejim değişikliği ve Katar’da askeri üs

Referandumda yaşananlar, “Hile mile, başkanlığa geçtik işte, dağılın” demeleriyle, rejimin gerçekten değiştiğinin ve bunun artık bir cumhuriyet olmadığının çok net bir işareti oldu.

Bu kısa yazıda ise olabildiğince rejim değişikliğinin ordunun işlevine nasıl yansıdığına değineceğiz.

Erdoğan’ın ABD ziyaretinde her iki tarafın da överek telaffuz ettiği Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi, Cumhuriyet’in en utanç verici olaylarından biri olarak tarihe geçti. ABD’nin milyonlarca Koreliyi katlettiği bu savaş ancak canavarların sofrasına meze olabilir.

Ancak bunun dışında Cumhuriyet boyunca ordu  ülke sınırlarını korumak ve sermaye egemenliğini ulusal ölçekte sürdürmek için var oldu. Daha çok Türkiye içinde işlev kazandı ve NATO askeri olarak uluslararası görevleri yayılmacı bir politikadan çok durumu idare eden bir pozisyona işaret ediyordu. Yurt dışında Kore ve Kıbrıs savaşlarını saymazsak ordu hemen hiçbir sıcak çatışmaya katılmadı. Bir yandan batı emperyalizminin hizmetinde ama hırsı olmayan bir konumdan bahsedebiliriz.

Rejim değişikliği malum, büyük bir mülk devrine dayanıyordu. Kamusal mülk olarak ne varsa, fabrikalar, işletmeler, madenler, limanlar, yollar sermaye sınıfına devredildi.

AKP aracılığıyla gerçekleşen bu büyük soygunun iki sonucu oldu.

İlki bu mülk devrinden semiren Türkiye sermaye sınıfı yurtdışına sermaye ihraç etmeye ve sermaye ihraç ettiği ülkelere siyasi olarak karışmaya, iç işlerine dahil olmaya başladı.

Şu anda Türkiye’nin diğer emperyalist ittifaklardan görece bağımsız olarak iki ülkede Suriye ve Irak’ta askeri bulunuyor ve Somali’de askeri üssü açılmak üzere. (Bu kısa yazıda işi çok karıştıracağı için Kıbrıs’a değinmiyoruz).

Türkiye sermayesinin son 15 yıl içinde Afrika’da hatırı sayılır miktarda yatırımı oldu. Bu yatırımları kollamak, diğer rakip devletlere göre avantaj kazanmak üzere önce Somali açıklarına korsanlarla mücadele kılıfıyla donanma gönderildi, şimdi ise kalıcı bir üs kuruluyor. Bu üs için Türkiye’den giden asker sayısı fazla değil belki, ama binlerce Afrikalı askerin bu üste eğitileceği söyleniyor.

Büyük soygunun diğer bir sonucu ise mülkün önemli bir kısmının uluslararası sermayeye devri oldu. Son dönemde yatırımları ile öne çıkan devletlerden biri ise İzmir kadar yüzölçümü olan ve göçmenlerle birlikte nüfusu ancak 2 milyona varan Katar. Şeyhler tarafından yönetilen bu ülke dünya doğal gaz rezervleri sıralamasında üçüncü geliyor ve son derece zengin ve asalak bir burjuvaziye sahip.

Bir sürü gayrı menkulün yanı sıra Telekom, Digitürk ve Finansbank Katarlıların. Pegasus ve Hürriyet gazetesinin alınmasında bahsediliyor.

Dolayısı ile Türkiye biraz da Katar’a ait. Ve rejim değişikliği ile emekçilerden kaçırılan egemenlik Katar ile paylaşılıyor.

Ancak Katar’ın bu olağanüstü zenginliğini korumak için askeri yok. Orijinal Katarlı sayısı birkaç yüz bin kişi, onların da yiyip içmekten eline silah alacak hali kalmamış. 10 bin kişilik küçük bir orduları olduğu söyleniyor.

Bu durumda madem egemenlik Katar sermayesi ile paylaşılıyor, madem Türkiye’de emekçi sınıflar için sandık bir yalan, o zaman Türkiye ordusu Katar sermayesini korumak için görev almalı.

Yapılan anlaşmaya göre, bütün maliyet Katar’a ait olmak üzere Katar’da geniş bir üs kuruluyor ve 3-5 bin aralığında bir askeri kuvvet bir süre sonra Katar’da görev yapacak.

Bu koruma işlevinin kendisi bir skandal ama hiçbir zaman Körfez gibi bir yerde askeri birlik öylesine durmaz, her zaman savaş kışkırtıcısıdır.

Şimdi Türkiye emekçi sınıfları, kendilerinden çalınan mülkü ve buna bağlı egemenliği geri istemekte haksız mı?