Kırk yıl sonra Kıbrıs bütünleşebilir mi?

Geçen hafta AKEL’in (Emekçi Halkın İlerici Partisi) 22. Kongresine katılmam giderek daha çok gündeme geleceğe benzeyen Kıbrıs sorunu hakkında düşünme şansı verdi.AKEL’in kökeni 1926’da kurulan Kıbrıs Komünist Partisi’ne dayanıyor. Uzun yıllar yasa dışı kalan parti, İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele verirken işçi sınıfı dışındaki toplumsal bileşenlerle bir cephe olan AKEL’in kuruluşuna öncülük ediyor  ve 1944’de Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’e katılarak varlığını sonlandırıyor.

Toplumlar arası çatışmanın körüklenmesi ile Kıbrıs solu da bugün iki etnik kökene ayrılmış. Oysa AKEL, öncesinde her iki halkın sosyalistlerini bağrında taşıyormuş. Şu anda AKEL’in çok az Türk kökenli üyesi var, buna rağmen bir delegenin Türkçe olarak yaptığı konuşmaya şahit oldum.

Kıbrıs’ta herkes bütünleşme sürecine odaklanmış gözüküyor. İşgalin sonlanması, iki toplumlu bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşumu temel gündemi oluşturuyor. Herkes Mustafa Akıncı’dan memnun gözüküyor ve Türkiye’deki gelişmelere gözünü dikiyor.

Kırk yıl sonra ada bütünleşebilir mi? Evet, önündeki bütün güçlüklere rağmen mümkün, hele Türkiye’deki son noktasına varmamış liberal dalgayı da düşününce yolun açıldığı daha çok anlaşılıyor. Süreci anlamak için bu kısacık yazının izin verdiği kadar tarihe dönmek gerekir, yani neden 40 yıl önce emperyalizmin bölünmeden yana olduğuna ama şimdi bütünleşmeyi istediğine.

İkinci Dünya Savaşı sonrası sınıf savaşımının devletler arasında yoğunlaştığı yıllarda anti-sömürgeci, anti-faşist ve halkçı mücadelelerle tarih sahnesine çıkan egemen bağımsız ülkeler 1955 yılında Bandung’ta bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketini başlattı. Bu hareketin siyasi, ideolojik zaafları bu yazının konusu değil, ama Tito’nun, Nasır’ın, Nehru’nun, Sukarno’nun başlattığı hareket ABD emperyalizmi tarafından en başından düşman olarak etiketlendi.

Kıbrıs halkı Bandung’ta temsil edildi, İngiliz emperyalizmine karşı mücadele ile kurulan çiçeği burnunda Kıbrıs Cumhuriyeti ise 1961’de Belgrat’ta hareketin kurucu üyelerinden biri oldu. Ada emperyalizme karşı bağımsızlığını ve egemenliğini korumaya kararlıydı.

Bunun üzerine düğmeye basıldı, her iki taraftan NATO’ya bağlı kontr-gerilla örgütlenmesi bir yandan kendi halkının solcularını öldürmeye, diğer yandan halkları birbirine karşı kışkırtmaya başladı. Türkiye’nin hiç gündeminde yokken Kıbrıs birden milli mesele haline geldi.

Türkiye’de çok zoka yuttuk ama bunlardan hala yutağımıza takılı olanlardan biri 1974’de Kıbrıs’ın işgalidir. Ecevit’in solcu sanılması, askeri harekatın ABD iradesine rağmen yapıldığı illüzyonu, Rum faşistler tarafından darbe yapılmış olması bağımsız bir ülkenin işgalini Türkiye’de meşrulaştırdı.

Ada, adanın halkı, toplumsal bilinç ortadan ikiye yarıldı, insanlar sosyalizmi, egemenliği ve bağımsızlık idealini yaşadıkların travmayla bir kenara bıraktılar. Varsa yoksa bütünleşme, 40 yıldır adanın tek gündemi olmayı sürdürdü.

Şimdi ise Sovyetler Birliği’nin bir karşı devrimle çözülüşü sonrası başlayan emperyalist restorasyon içinde adanın bütünleşmesi bir sorun değil, aksine bir pazar olarak bütünleşmesi yararlı görülüyor.

Bir kere Kıbrıs’ın bütünleşmesi ile egemen ve bağımsız bir ülke olmasının artık birbirinden ayrıldığını fark etmemiz gerekir. AB tarafından kapsanmanın dışında, adanın üretici güçlerinin mülkiyeti uluslararası sermayeye devir olmuş durumda. Daha geçenlerde Kıbrıs Hava Yolları iflas etti. Turizm, bankacılık, hizmetler büyük bir borç batağına eşlik ederek elden gidiyor. Ada halkının üzerinde egemenlik kurabileceği bir şeyi kalmıyor.

Ada solu ise, demin söylediğim gibi, bütünleşmenin dışında, kamulaştırmaya dayanan bir programa sahip değil. Dolayısı ile emperyalizm için bir tehdit oluşturmuyor. Her yerde başka bir tuzak var, Türkiye’de bir canavardan kurtulmak, Yunanistan’da büyük borç krizini atlatmak, Kıbrıs’ta  bütünleşme.

Tabi ki işgal sonlandırılmalı, canavar defedilmeli, borçlar ödenmemeli. Ama eğer bir siyasi program bizden çalınanları kamulaştırmaya ve bunu gerçekleştirmek için halkı örgütlü hale getirmeye dayanmıyorsa, o zaman ister nahiflikten, ister çaresizlikten, ister satılmışlıktan uluslararası sermayenin teknokratı olmak kaçınılmaz.