Huzursuz bir kent, Berlin

7-8 Temmuz tarihlerindeki NATO Zirvesi’ni protesto etmek için Varşova’da toplanacak Dünya Barış Konseyi toplantısına katılmadan önce Berlin’de birkaç gün geçirdim. Şu anda dünyanın belki en rahatsızlık verici ve rahatsızlık üreten başkentinde…

Önce Prusya Krallığı’nın ve 1870’den sonra Alman İmparatorluğu’nun başkenti olan Berlin’in merkezi bir antik Yunan şehri olarak inşa edilmiş. Neo-klasik tarzda, tapınakları andıran cüsseli binalar, korint başlıklı sütunlar, binaların tepelerinden bizi süzen Yunan taklidi heykeller.

Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde inşa edilen, bugün turist rehberlerinde “ruhsuz” olarak adlandırılan, işlevsel ve sosyalist kent planlamasının örneği olan kısımlarda ancak nefes alabiliyorsunuz.

Neden bir ulus inşası başka bir ulusun kültürüne dayandırılmak istenir ki? Oysa her halkın neolitik, tunç ve demir çağı kültürü değerlidir. Yeter ki onu akılla ve tarihselci bir yaklaşımla kavrayalım.

Büyük toprak sahibi sınıflarla uzlaşmaya yaslanan ve ulusal birliğini sağlar sağlamaz emperyalizme özenen bir burjuvazinin daha en baştan ırkçılığını ve diğer halkları aşağılayıp sömürme isteğini göstermiyor mu?

Müzeler Doğu sorununa işaret eden hedef coğrafyalardan toplanmış sayısız arkeolojik eserle dolu. Öylece istiflenmiş, bu eserlerin arkasında ne olduğunu asla öğrenemiyorsunuz. Türkiye’de Koçların Sanayi müzesi gibi gösterişe dayanıyor, akıl üretmeye değil.

Ulusal Galeri’de Alman modernleşmesine eşlik eden ressamların eserlerini izledim, burjuva siyasi devrimini yansıtan bir iz yok. Burjuvazinin gericiliği her alanı esir almış.

Ancak bir yağlı boya tabloyu paylaşmak isterim. 1869’da Prusya Prensi Friedrich Wilhelm’in Kudüs’ü ziyaretini gösteren büyük boyutlardaki tablo Gentz tarafından yapılmış. Sizler için tablodan bir detayın fotoğrafını çektim:

İlk bakışta Prensi tanıyamıyorsunuz, çünkü Alman emperyalizminin sinsiliğini belgelercesine o ve mahiyeti kıyafetlerinin üzerine ve başlarına Arap tarzı kumaşlar atmışlar. Arkadaki heyette askerler, din adamları görülüyor. İçlerinde bir de muhtemel bir Osmanlı Paşası var, siz Osmanlı bürokratı diye okuyun. Adam öyle mutsuz ve şaşkın gözüküyor ki “Ne demeye bunların peşindeyim” der gibi bakıyor. Sanki Alman emperyalizminin başlarına açacağı felaketleri sezmiş gibi.

Bugün başlayacak NATO zirvesine Türkiye adına katılan bürokratların durumuna benzettim halini. Daha dün Rusya’dan özür dileyen Türkiye’ye, ABD Rusya’ya karşı savaşın nasıl örüleceğini dayattığında yüzlerini görmek isterdim.

Bu arada Yazılama’dan çok yararlı bir kitap çıktı: Jörg Kronauer’in “Yeni Alman Dünya Politikası, Her Zaman Tetikte” adlı kitabı Nazlı Cihan tarafından çevrilmiş.

Kitap uzaktan yorumlamaya çalıştığımız Alman emperyalizminin damarlarında bizi gezdiriyor. Nasıl ABD’den ayrı bir güç olmaya çalıştığını, AB içindeki rekabeti ve Alman burjuvazisinin iç çelişkilerini kavramak için mükemmel bir kitap.

Gelelim tekrar Berlin’e. Bu rahatsız edici, tarih boyunca huzur bulamamış kentte insanı mutlu eden bir nokta var.

Almanya’da 1848 Devrimi yenilgiyle ve en önemli aydın kuşağının geri dönmemecesine sürgünüyle sonuçlandı. Ancak Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde Marx ve Engels ülkelerine geri dönebildiler.

Marx ve Engels’in heykeli gölgeli bir parkta sevenlerini karşılıyor. Bir banka oturup seyrettim, hiç boş kalmıyor, sürekli birileri onlarla fotoğraf çektiriyor. Küçük çocuklar, ikisini Jenny ve Laura’ya benzettim, Marx’ın üzerine tırmanıyorlar, ellerini Marx’ın eline, dizine koyuyorlar.

Elbette bir gün Berlin huzura kavuşacak!