Çin Süper Ligi

Futbol konusunda herhalde dünyanın en ilgisiz insanıyım, ligin ne olduğunu bile ancak ortaokulda öğrenebilmiştim. Bir gün içinde futbol ligi geçen bir yazı yazacağım aklıma bile gelmezdi.

Çin Süper Ligi transfer sezonunda bu yıl 258 milyon Avro harcanarak bir çok ünlü futbolcu Çin takımlarına alınmış (Satın alınmış demeye hala utandığım için yazamıyorum).

Çin’e ne oldu böyle, bunu anlamadan sanırım günümüz dünyasını anlamak mümkün değil.

Geçen haftaki yazımda Çin’in bu yıl ABD’yi tüm dünya üretimine katkı açısından geçeceğini yazmıştım.

Ama belki bundan daha ilginç bir veri Çin’in 2014’te doğrudan yabancı yatırım çekmede ABD’yi geçmesi. Çin 129 milyar yatırım alırken, ABD 92 milyar dolarda kalmış.

Bu rakam şu açıdan çok önemli gözüküyor, uluslararası tekeller bir eğilim olarak Çin’i tercih etmeye başlamışlar.

Nasıl oldu da Çin bu hale geldi. Muhakkak başka öncülleri var ama 1978’de başlayan reform sürecinden almak fikir verecektir.

Sürecin tümüne bakınca insan şöyle düşünüyor, IMF’nin, Dünya Bankası’nın bizim gibi ülkeleri tuzağa düşürerek, aldatarak, Özal ve Derviş gibi ajanlar aracılığıyla yaptığı işi kendi eliyle, ÇKP aracılığıyla yapmış.

Piyasalaştırma süreci önce devlet işletmelerinin kâr etmeye yönlendirilmesi ile başlamış. İkinci adım ise işçilerin sosyalist ekonomiden doğan haklarının biçilmesi olmuş. Sözleşmeli çalışma biçimleriyle başlayan süreç, sosyal ücretin ve örgütlenme hakkının kısıtlanması, işçi çıkarma hakkının işletmelere verilmesi ile devam etmiş.

Tarım komünleri aile işletmelerine dönerken 1983’te ailelerin %98’i ürünlerini piyasaya sunar hale gelmiş. Toprağı satma, kiralama ve miras hakkı ile kapitalizm geri dönmüş. Bunun aynı zamanda dev bir serbest işgücünü kentlere yığan bir uygulama olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Özal “Özelleştirme güzeldir” diye bir slogan atmıştı, biz ise “Özelleştirme işçi sınıfına bir saldırıdır” demiştik.

Çin’de de güzel isimler takılmış sürece: “Açık Kapı Politikası” veya “Planlı Meta Ekonomisi”

Bazı kârlı olanlar dışında devlet işletmeleri özelleştirilirken Çin’in uzun deniz kıyılarında serbest bölgeler oluşturulmuş. Uluslararası sermayeye özel kurallar, daha doğrusu özel kuralsızlıklar ve sömürülmek üzere sudan ucuz emek gücü.

Serbest bölgeyi bir yerden hatırlayacaksınız, 7 Haziran seçimlerinde CHP’nin vaadiydi!

2002 yılından itibaren Çinli burjuvalar Partiye kabul edildiler, Parti yöneticilerinin bir kısmı zaten özelleştirilen işletmeleri alarak burjuvalaşmıştı.

Sonuçta 30 yıldır ortalama %10 büyüyen dev bir kapitalist ekonomi doğdu. Önceleri ABD hegemonyasındaki emperyalizmin bir parçasıydı, hatta onu tamamlayan, yaşatan en önemli unsur haline gelmişti.

Şimdi ise niyeti bozmuş gözüküyor. 2020’de dünyanın en büyük sermaye ihracatçısı olması bekleniyor. Dünyanın tükettiği petrolün %20’si, madenlerin %40’ı Çin’de harcanıyor. Ekonomisini sürdürmek için petrol ve maden kaynaklarıyla ve bunların bulunduğu ülkelerle ilişkisi stratejik bir önem kazanıyor.

Petrol ve ithalat yollarını, Malaga boğazı gibi Hint Okyanusunda kritik yerleri askeri olarak da kontrol etmek istiyor.

Ve emperyalist hegemonyada ABD’nin başatlığı ayak bağı haline geliyor.

Daha önce dediğim gibi, dünyayı bugün bu hegemonya krizinin dışında anlamak mümkün değil.

İki noktayı belirtip bu çok  kısa özeti tamamlayalım.

Birincisi, bütün bu özelleştirme sürecine Çin işçi sınıfının sessiz kaldığını sanmak yanlış. Süreç boyunca bilmediğimiz çok sayıda direniş olduğunu öğreniyoruz.

İkincisi, hegemonya krizinin bir eşitsiz gelişim dinamiği olarak işçi sınıfının önüne çok fazla olanak açacağı bir döneme girdiğimizin farkındayız. Evet eşitsiz gelişim ve zayıf halkalar ama bir yandan da bileşik kaplar teorisi. Yani Çin de kapitalizmin yapısal krizinden azade değil. Bu olanakları katlıyor.