Avrupa Birliği nereye gidiyor?

Seçim boyunca Türkiye’ye odaklandık, oysa geride bıraktığımız Mart ayında dünyada önemli gelişmeler oldu:

Örneğin, kendini dünyanın tapu-kadastro müdürü sanan Trump Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğuna karar verdi! Sinsice kaşıdıkları mezhep ve din savaşlarının ateşini bir kez daha körüklemiş oldu.

Venezuela’da ise Rus askeri varlığı kendini gizlemeksizin ortaya çıktı. Böylece Ukrayna ve Suriye’den sonra düşük yoğunluklu çatışmada üçüncü bir cephe daha açıldı.

Öte yandan Mart ayı boyunca Avrupa Birliği’nde (AB) kayda değer gelişmeler yaşandı. Bu yazıda bunlara eğilmenin yararı var.

AB reel sosyalizme karşı soğuk savaş döneminde ve ABD’nin tartışmasız emperyalist dünyanın patronu olduğu bir hiyerarşi içinde kurulmuştu. Karşı devrimin parçalama ve dağılanları yutma işlevlerinde başarılı olduğu şüphesiz.

Özellikle 2000’li yılların başında Türkiye’de AB’den umutlu olanlara, AB’nin merkezinde Alman ve Fransız tekellerinin durduğu bir emperyalist birlik olduğunu söylemekten dilimizde tüy bitmişti.

ABD hegemonyasının zayıfladığı bir dünyada ise bir yandan AB çatlıyor, bir yandan da ABD hegemonyasından bağımsız bir AB inşası için çaba harcandığı görülüyor.

Bu inşa sürecinin doğal olarak motor rolünü Almanya ve Fransa oynuyor. Geçen sene Aachen’da imzalanan ikili dostluk anlaşmasının sonuçları kendini göstermeye başladı. Mart ayında Almanya ve Fransa Parlamentoları’ndan 50’şer milletvekili ilk kez ortak bir oturum yaptı. Bu ortak meclisin yılda iki kez toplanması ve bazı kararlara imza atması bekleniyor.

Gündemde Fransa ve Almanya’nın iktisadi ve askeri alanlarda işbirliği var. Daha büyük bir ortak pazar, ortak silah üretimi, stratejik konularda işbirliği. Örneğin, Almanya’nın Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konsey’inde daimi olarak temsil edilmesi başlıca bir gündem maddesi. Emperyalist hegemonyada yer işgal eden bir devletin Güvenlik Konsey’inde yer almaması büyük bir prestij kaybı olarak görülüyor. Tabi bunun bir şartı var, nükleer silah kapasitesine sahip olacaksınız. Fransa ile yapılan anlaşma açıkça söylenmese de buraya gidecek gibi gözüküyor.

Bu iş nereye varacak derken Merkel ve halefi Kramp-Karrenbauer geçen ay uçak gemisi fikrini ortaya atıverdiler.

Kramp-Karrenbauer verdiği demeçte şunu söyledi: “Almanya ve Fransa şimdiden ortak bir Avrupa savaş uçağı için çalışmalarını sürdürüyor… Bir sonraki aşamada, sembolik önem taşıyan, ortak Avrupa uçak gemisi üretimi projesine başlayacağız.”

Gerçekten uçak gemisi sahibi olmak emperyalist bir devlet olmanın sembollerinden biri. Bu yüzden ortak bir uçak gemisine sahip olmak AB’yi Almanya ve Fransa’nın etrafında yeniden bir emperyalist birlik olarak inşa etmek anlamına geliyor.

Bu aynı zamanda ABD’nin hegemonya bölgelerini bir süre sonra koruyamaz duruma düşmesiyle birlikte bir leş yiyicinin fırsatçılığı ile başta Afrika, Ortadoğu ve Balkan halkları olmak üzere emekçi sınıfların üzerine çullanacaklarını gösteriyor.

ABD ve NATO’dan bağımsız bir Avrupa Ordusu fikri giderek daha çok sermaye sınıfının kafasına yatıyor.

Avrupa ordusunun çekirdeğinin Almanya’da eski bir Nazi askeri üssü olan Lohheide’deki 441. Tank Taburu olduğu söyleniyor. Alman ve Hollandalı askerlerin birlikte bulunduğu kampta komutan sabah içtimaında bağırıyor: “Savaşıyoruz” Askerler hep birlikte yanıtlıyorlar: “Almanya için”. Komutan tekrarlıyor: “Savaşıyoruz”, Askerler “Hollanda için”.

Tabi Hollanda ve Almanya sınırları tehdit altında değil, aslında bu askeri diyaloğun şöyle olması gerekirdi: “Savaşıyoruz”, askerler “Almanya ve Hollanda tekellerinin iğrenç çıkarları için”.

Bu yeniden inşa çalışmasına karşılık bir yandan da AB çatırdıyor. Sadece İngiltere’nin ayrılmasından dolayı değil, ulusal sermayeler yaklaşan kriz ortamında başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar. Örneğin, İtalya’nın Çin ile imzaladığı ikili işbirliği anlaşması çok ses getirdi. AB siyasetçileri kendileri Çin ile birçok anlaşma imzalamamış gibi, İtalya’yı Yeni İpek Yolu’nun Avrupa’ya açılan limanı olmakla suçladılar.

AB’nin nereden su alacağına, hangi tahtalarının çatırdamaya başladığına üzülecek değiliz.

Hani ne demiştik: “Sermaye ile aynı gemide değiliz!”