Erhan Nalçacı

Bu yazıda bu çapta bir terör saldırısını ABD’nin nasıl kullandığını veya neden gereksinim duyduğunu anlamaya çalışacağız.

11 Eylül saldırıları neye yaradı?

Erhan Nalçacı

Bundan 20 yıl önce 11 Eylül 2001’de dört yolcu uçağı ABD’de kaçırıldı. Uçakların kumandasını ele geçirdiği iddia edilen cihatçılar uçakları içindeki yolcularla birlikte kritik hedeflere yönlendirdiler. İkisi arka arkaya New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’ne, diğeri ABD Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon’a çarptı. Dördüncü uçağın ise yolcuların müdahalesi sonucunda boş bir araziye düştüğü söylendi.

Saldırılar sonucunda 3000 kişi yaşamını yitirdi, saldırıdan sağ kurtulan on binlerce kişi yaşamlarını kısaltan hastalıklarla boğuşmak zorunda kaldı.

Dünyanın gördüğü bu en büyük çaplı terör saldırısının El Kaide tarafından örgütlendiği iddia edildi. Öte yandan saldırıyı ABD’nin cihatçıları yönlendirerek gerçekleştirdiği veya bildiği halde önlemediği de söylendi.

Gerçekten 1980’lerde Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı cihatçıların nasıl kullanılabileceğini keşfeden ABD istihbaratının günümüze kadar çok sayıda vakası ortaya döküldü.

Ancak 11 Eylül’e ilişkin bir dedektiflik yapmayacağız. 11 Eylül’de ne yaşandığını ileride belgelere ulaşarak çözecek tarihçilere bırakıyoruz. Bu yazıda bu çapta bir terör saldırısını ABD’nin nasıl kullandığını veya neden gereksinim duyduğunu anlamaya çalışacağız.

2001 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliği çözüleli 10 yıl olmuş, ABD bu karşı devrimci dalga ile hiç hak etmediği bir zafer kazanmıştı. Buna rağmen sorunlar çözülmemişti, işçi sınıfının devletli hale geldiği 1917’den itibaren siyasi coğrafya o kadar çok değişmişti ki, ABD, diğer emperyalist devletler ve onların sahibi olan tekelci sermaye dünyada rahatça hareket edemiyordu.

Otuz yıldır devam eden gericilik dönemi nedeniyle 1990 sonrası doğumluların 20. yüzyıldaki sosyalizmli dünyanın 21. yüzyıla ne devrettiğini kavraması kolay değil. Aşağıdaki iki harita biraz olsun kavramamızı kolaylaştırabilir.

İlk harita 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin etrafında oluşan Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (KOMEKON)’nin ulaştığı yaygınlığı bize gösteriyor. Dünya üretimin üçte birini gerçekleştiren bu ülkeler geçen yüzyılda sosyalizmin ulaştığı gücü simgeliyor. Tabii ki haritaya bakıp yüzölçümü hesaplayarak sosyalizmin gücünü anlamak bir kabalaştırmayı içeriyor. Her bir ülkedeki işçi sınıfının örgütlülüğü ve siyasi öznesinin niteliğini, hedeflerini, ayrıca henüz kapitalizmden kurtulamamış ülkelerdeki işçi sınıfının durumunu denkleme katmak gerekiyor, ama şimdilik bunu geçelim.

Harita 1:

1980’li yıllarda Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’ne üye ve gözlemci ülkelerin dünyaya dağılımı görülüyor. Kırmızılar üyeleri, sarılar gözlemci ülkeleri temsil ediyor.

Diğer harita ise geçen yüzyılın sonunda Bağlantısız Ülkeler Örgütünün üye ve gözlemcilerini gösteriyor. 

Harita 2:

Bağlantısız Ülkeler Örgütünün geçen yüzyılın sonundaki yaygınlığı görülüyor. Koyu mavi üye ülkeleri, açık mavi gözlemci ülkeleri simgeliyor.

Bu haritayı aslında geçen yüzyılın ortasındaki sömürge ülkelerle karşılaştırmak gerekir. Sosyalizmli dünya sadece onlarca ulusu emeğin sömürüsünden kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda Afrika’da Asya’da ve Güney Amerika’da çok sayıda ulusal kurtuluş mücadelesine destek verdi. Çoğu özünde burjuva devrimi niteliği de taşısa bu uluslar bağımsızlıklarını kazandılar, sosyal devletçi, kamucu ve aydınlanmacı bir yola girdiler.

Bu yeni bağımsız ulusların sürece katılmasıyla dünyada yeni bir uluslararası ortam ve hukuk sistemi oluştu. Ülkelerin bağımsızlığını ve barışı emperyalist müdahalelerden koruyan uluslararası hukuk normları söz konusuydu.

Bir emperyalist devlet askeri gücüne güvenerek istediği ülkeyi işgale edemiyor, istediği yeri bombalayamıyor, istediği gibi insanları alıp toplama kamplarına kapatamıyordu. Bunun ötesinde bağımsızlaşan yüzden fazla ulusun her birinin kamunun çıkarını gözeten bağımsız yargısı, yasaması ve yürütmesi uluslararası sermaye hareketlerini kurallara bağlıyordu.

Şimdi ABD’nin neden bu kadar büyük bir terör saldırısından çıkarı olduğunu anlayabiliriz.

11 Eylül sonrası ABD terör karşıtı yasaları ilan etti.

Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’yi işgal etmek için ortam yaratıldı. ABD uluslararası normların dışında insanları işkenceli sorguya tabi tutma, onları dünyanın çeşitli yerlerinde kurulu CIA istasyonlarına kaçırma ve toplama kamplarında istediği kadar tutma hakkı kazandı.

Farklı kurumlar farklı rakamlar veriyor, ancak 22-48 bin arasında sivilin 11 Eylül’den bu yana ABD hava saldırılarında can verdiği bildiriliyor. Ayrıca bu “sivil” lafının da sorgulanması gerekiyor. ABD’nin dünyanın hiçbir yerinde meşru bir savaşı yok ve elinde silah olanları da öldürmeye hakkı bulunmuyor. 

Evleri, hastaneleri, fabrikaları, düğünleri dünyanın birçok yerinde İHA’larla ve uçaklarla bombaladılar. Bilinçli bir dehşet mi yaratmak istiyorlardı, yoksa “beyaz” Anglosakson erkeğin üstün olduğuna ilişkin geri zekâlılıkları nedeniyle mi bu kadar hoyrat davrandılar, tam olarak bilmiyoruz.

Bunların dışında örneğin Suriye halkının direncini yok etmeye dönük Sezar Yasası gibi ablukaların kaç kişinin canına mal olduğu ayrıca hesaplanmalıdır.

Saldırıdan sonra şunu çok iyi ortaya koymuştuk:

İnsanlık önüne koyduğu her gerçek sorunu aşar. Gerçekten insanlığın sorunu ABD istihbaratını atlatarak bir terör saldırısı düzenlemek olsaydı bu yapılırdı.

Ama böyle bir saldırıyı düzenlemek emekçi sınıfların hiçbir zaman önüne koyduğu gerçek bir sorun olmadı. İnsanlığın gerçek sorunu, ABD’de ve her ulusta işçi sınıfının sermayeyi devirip siyasi iktidarı alabilmesidir.

Bu sorunun adım adım nasıl aşıldığını göreceğimiz bir dönemde bu tarihsel sorumlulukla birlikte yaşıyoruz.