Türkiye’de muhafazakarlık ve yanlış analizde ısrar

Sosyal bilimciler, siyasetle uğraşan insanlar yanlış analizler yapabilirler. Geçmişe ilişkin tespitleri hatalı olabileceği gibi geleceğe ilişkin öngörüleri de yanlış çıkabilir. Toplumsal ilişkiler her zaman çok katmanlı ve karmaşık olduğundan bunlara dair yapılan çıkarımların gerçeklik tarafından yanlışlanması gayet olağandır. Sosyal bilimci ya da toplum ya da siyaset üzerine düşünen analist, bu durumda varsayım ve öngörülerinde hangi noktalarda hatalar olabileceği üzerine düşünür, bunları düzeltmeye çalışır ve böylelikle analizini yeniler. Analizin gerçeklikle ayrışma derecesine göre bu düzeltme küçük müdahaleler biçiminde olabileceği gibi analizin dayandığı temel varsayım ve kuramların sorgulanmasına kadar da gidebilir.

Türkiye’de iktidar partisi ve onun seçmen kitlesi üzerine yapılan analizlerin bir kısmında ise bu basit noktanın unutulduğunu, yanlışlanan tespit ve öngörülerde ısrar edildiğini görüyoruz. Beni bunları düşünmeye sevk eden Yüksel Taşkın’ın 28 Mayıs’ta Taraf’ta yayınlanan makalesi oldu. Taşkın ciddi bir akademisyen ve hükumete pek çok eleştiri yöneltmiş bir isim. Bu anlamda yanlışta ısrar meselesini tartışmak için yerinde bir örnek.

Taşkın’ın “Kültür savaşlarına hazır mıyız” başlıklı yazısı esasen ciddi metodolojik sorunları olan ve şimdiye dek Türkiye tarihine ilişkin pek çok mitos yaratmış bir kurama dayanıyor: merkez-çevre yaklaşımı. Bu bir köşe yazısı ama Taşkın’ın bu yaklaşımı benimsediği “ülkeyi kültürel ve iktisadi çevreden gelenler yönetiyor” cümlesinden açıkça belli. Merkez-çevre modeli, ülke sosyal biliminin başına bela olmuş, zaman içinde gayet iyi biçimde eleştirilmiş olmasına rağmen etkisi azaltılamamış, hem liberallerin hem muhafazakarların hem de sol içindeki bazı kesimlerin hevesle benimsedikleri bir yaklaşım. Burada da izlerini görmek şaşırtıcı değil.

Taşkın kültür savaşlarından bahsederken AKP’yle, AKP’nin toplum tasavvuruyla ilgili endişeleri olan ve muhafazakarların kendi hayat tarzlarını toplumun geneline dayatmasından korkan kesimleri yatıştırmaya çalışıyor. Bunu da iki şey söyleyerek yapıyor: i) umutsuzluğa kapılmamak gerek kararlı, içerici ve demokratik bir mücadeleyle azınlıkların özgürlük mücadeleleri de başarıya ulaşabilir ii) muhafazakarlar orta sınıflaştıkça, bolluktan pay aldıkça hayat tarzlarını dayatma konusundaki enerjileri ve dolayısıyla ısrarları azalacaktır.

Birinci teze söylenecek bir şey yok ama ikinci nokta bariz bir yanlış analizde ısrar örneği. Uzun bir zamandır, en azından Refah Partisi’nin 1994 yerel seçimlerindeki performansından sonra dile getirilen bu iddia, muhafazakarların toplum hayatına katıldıkça, eğitim seviyeleri arttıkça, orta sınıflaştıkça, zenginleştikçe, kırsal kökenli olanları kentlileştikçe modernleşecekleri, dindarlıklarının ılımlılaşacağı ve kendilerinden olmayanlara karşı tavırlarının yumuşayacağı varsayımına dayanıyor. AKP iktidardayken artan endişelere paralel olarak bu tür yatıştırma gayretleri de arttı. Mesela Taha Akyol özellikle türban meselesi üzerinden hep aynı ‘zamanla daha hoşgörülü olacaklar, korkmayın’ teranesini okuyan sayısız yazı yazdı.

Taşkın’ın ABD’den örneklerle desteklediği tezleri daha sofistike görünse de aslında aynı yönteme dayanıyor. Bu yöntem siyasi tutum ve eylemlerin doğrudan sosyo-ekonomik olgulardan türediğini varsayan bir tür sosyolojik indirgemecilik. Bu yaklaşım siyasal tutumların oluşumunun karmaşıklığını unuttuğu gibi siyasetin özgüllüğünü de göz ardı ediyor. Ne Türkiye’deki ne de ABD’deki Müslümanlar sırf zenginleştikleri için, çalışma hayatına daha çok katıldıkları için ya da kentlerde daha çok yaşadıkları için daha ılımlı hale gelmezler. Böyle bir şey yaşanırsa bu çok daha karmaşık süreçlerin sonucu olacaktır.

Bu metodoloijik itirazın ötesinde Taşkın’ın yazısında şöyle bir hata daha var. Söyledikleri toplumsal gerçeklik tarafından sürekli yanlışlanıyor. En azından 10 senedir muhafazakarların yumuşamasını, liberalleşmesini, başkaları için de özgürlük istemesini bekliyoruz ama bu bir türlü olmuyor. Muhafazakarların orta sınıflaşmasından özgürlükçülük umarken ülkede ateist olmak resmen suç ilan edilmek üzere.

Sosyolojik olgulardan siyaset türetmeye çalışan bu yaklaşım AKP siyasetini de anlamaktan uzak. Bir taraftan merkez sağ geleneğe yaslanan AKP kendini ‘millet’in otantik temsilcisi sayar dahası toplumun hatırı sayılır bir kısmını da o muhayyel milletin parçası addetmez. Mesela dindar olmayanlar, sekülerler, solcular, -haşa- ateistler asla 4 yılda bir seçimde iradesini belirten milletten değildirler. Bu ayrımcılık ve dışlama AKP siyasetinin bir arazı değil, asli unsurudur.
Daha önceki sağ partilerin de yaptığı bu milletin asıl evlatları ve diğerleri ayrımını AKP de yapıyor. Ama AKP siyasetinin diğerlerinden ayrılan önemli yönleri var. Mesela bir tarafıyla da Milli Görüş geleneğinden gelen AKP dini öğeleri kullanarak geniş toplum kesimlerini dışlama konusunda diğer sağ partilere kıyasla daha avantajlı. Ayrıca, iktidarın uyguladığı sermaye yanlısı ve emek ve doğa düşmanı politikalar artık doyum noktasına ulaştı. Yani AKP neo-liberal politikaları tam gaz uyguladığı, emekçileri yoksullaştırdığı, ülkenin yapısal ekonomik sorunlarını çözemediği ölçüde bir tür popülizme gitgide daha çok sarılmak zorunda. (Tarık Şengül “Muhafazakar Popülizm” adıyla bir araya getirilen yazılarında (İmge, 2011) AKP siyasetinin bu yönünü ayrıntılarıyla irdeliyor. Sosyolojik olgularla siyaset arasında dolayımsız bir ilinti kuran yaklaşımın sorunları da Şengül’ün son zamanlarda sıkça değindiği konulardan birini oluşturuyor.)

AKP popülizminin dayandığı ayaklardan birini mağduriyet söylemi oluştururken diğeri de biz-onlar ayrımı. Bu ‘onlar’ yeri gelir ‘cehape zihniyeti’ olur, yeri gelir Kemalistler olur, yeri gelir Aleviler olur, yeri gelir öpüşenler olur, yeri gelir gazeteciler olur, yeri gelir enteller olur, yeri gelir boğaza karşı viski içenler olur, yeri gelir ‘affedersiniz Rumlar’ olur. AKP tarzı siyaset sürekli yeni düşmanlar yaratmadan, yeni cepheler açmadan ve bu düşmanlara karşı salvolarını sertleştirmeden ayakta kalamaz. Üstelik mağduriyet söylemi inandırıcılığını yitirdikçe AKP biz-onlar ayrımına daha fazla yüklenmek zorunda kalıyor. AKP iktisadi ve sosyal olarak her gün ezdiği, işsiz bıraktığı, iş kazalarında ölüme mahkum ettiği, trafik karmaşalarında hayatından çaldığı, yaşadıkları çevreyi her geçen gün talan ettiği kesimlerden aldığı desteği yeniden üretebilmek için sürekli yeni sorunlar icat ediyor, milletten saymadığı herkesin hayatını tanzim etmeye çalışıyor.

Yani, ortada muhafazakarları ılımlılaştıracak bazı toplumsal süreçler varsa bile -ki bunların da ne kadar mevcut olduğu kuşkulu- muhafazakarları temsil iddiasındaki ve devletin her türlü olanağını bir tek parti devletindeymiş gibi tepe tepe kullanan iktidar partisi bunun olmaması için elinden geleni yapıyor. Bunun değişeceğine dair ortada bir işaret de yok. Anlaşılan AKP kültür savaşlarında her gün yeni cepheler açacak, AKP liderinin dili nefret suçu tanımını aşacak kadar saldırgan hale gelecek, gece yarısı geçirilen yasalar makbul vatandaş olmayan herkesin hayat sahasını gittikçe sınırlayacak.

İyimser olabiliriz. Sermayenin ‘muhafazakar çoğunluğu’ temsil etme iddiasındaki halk düşmanı partisini elbette geriletebiliriz. Ama bu Taşkın’ın bahsettiği “düğünlerde göbek atan türbanlı kızlar”la değil, ancak vereceğimiz ortak mücadeleyle olacaktır.

***

AKP’nin mümkün olan her konuda halkı kutuplaştırmaya ve siyasi ortamı germeye dayanan popülist politikalarının bir sınırı var. İktidardakiler bunu son birkaç günde acı biçimde öğrendi. Ülke genelinde yaşanan direnişler sonrası iktidarın eskisi gibi yola devam etmesi mümkün değil. Onlar elbette ders çıkaracaklardır. Ama asıl biz yeni dönemde AKP karşıtı mücadelenin geleceğine dair düşünmeye başlamalıyız.