AKP: Yüzde 50 değil yüzde 1!

‘Haziran Direnişi’ vesilesiyle AKP’nin son genel seçimlerde aldığı yüzde 50’ye yakın oy tekrar gündeme geldi. Elbette en çok Tayyip Erdoğan’ın bitmeyen eylemler karşısında tehditkar bir ifadeyle söylediği “Yüzde 50’yi evde zor tutuyoruz” açıklamasıyla. Nasıl oldu belli değil ama oy kullananların yüzde 50’sine, tüm seçmenlerin yüzde 40’ına denk gelen bir oran birdenbire çoğunluk mertebesine yükseltildi. Ülkenin 70’ten fazla ilinde şu ya da bu şekilde eylemlere katılan ve destek veren milyonlar azınlıkken, bu yüzde 50 ya da yüzde 38 çoğunluktu hükumet onları temsil ettiği için tabii ki hükumetin dediği olacaktı.

İktidar partisinin bu tavrında şaşırtıcı bir şey yok. Sağ partiler yüzde 25’le de yüzde 35’le de olsa, herhangi bir koltuğu ele geçirdiklerinde kendilerini “milli irade” denen heyulanın temsilcisi saymış ve iktidarı hoyratça kullanmışlardır. Ama AKP’nin bu yüzde 50’yi temsil etme iddiasının zaman zaman AKP muhaliflerince de açıktan ya da zımnen kabul edildiği oluyor ki bu, AKP karşıtı mücadele açısından tehlikeli bir eğilim.
Bir kere, temsili demokrasinin yapısal arazlarını bir yana bıraksak bile, AKP’nin yüzde 50’yi temsil ettiğini kabul etmek, Türkiye’de uygulanan çarpık sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir. Yüzde 10 gibi inanılmaz yüksek bir seçim barajı, anti-demokratik bir Siyasi Partiler Yasası, hükumetin medya üzerinde kurduğu ve ‘Haziran Direnişi’ esnasında iyice teşhir edilen tahakküm, her kanattan muhalifler üzerinde yıllardır süren tutuklama terörü gibi kamuoyunu maniple edecek ve muhalefet yapma olanaklarını ortadan kaldıracak etmenler ortada olduğu sürece AKP’nin aldığı oyların meşruiyeti hep tartışmalı olacaktır.

İkincisi ve daha önemlisi, AKP bir sermaye partisidir. Üstelik AKP’nin büyük sermayeyle olan ilişkisi pek çok sağ partinin kurduğu siyasal temsil ilişkisinin çok ötesindedir. AKP’nin iktidara geldiği konjonktürü hatırlayalım. 2001 krizi neticesi koalisyonu oluşturan 3 partinin, ANAP, MHP ve DSP’nin halk nezdinde hiçbir itibarı kalmadığı ortaya çıkmış, büyük sermaye yaklaşan temsil krizini çözmek için fellik fellik alternatif aramaya başlamıştı. Bir süre İsmail Cem ve Kemal Derviş’in Yeni Türkiye Partisi’ne yatırım yapılmış ama sosyal demokrat soslu bu girişim bir dizi nedenden dolayı tutmayınca çabalar hem İslami hem liberal görünümlü AKP’ye yoğunlaşmıştı. Erdoğan için atılan “Muhtar bile olamaz” manşetlerini hatırlayanlar Kasım 2002 seçimleri öncesi Erdoğan’dan karizmatik lider çıkarmak için çabalayıp duran Doğan grubu gazetelerini unutmuş görünüyorlar. Velhasıl, aşı tuttu, proje başarılı oldu ve 6 aylık parti iktidara geliverdi.

AKP iktidar olduktan sonra yaptıklarıyla sermayeyi şaşırtmadı ve üzmedi. Kemal Derviş’in formüle ettiği, krizin yükünü emekçilere yıkma eksenli ekonomik programı ısrarla sürdürdü. O pek öğündüğü ancak aslında çok da parlak olmayan ekonomik büyümeden çalışan kesimlerin pay almamasını sağladı. Zaten zayıf olan sosyal devlet uygulamalarını tasfiye ederek, artan yoksulluğa ve bir türlü azalmayan işsizliğe çare olarak yaygın bir sadaka programını devreye soktu. Ekonominin yapısal sorunlarının hiçbirini çözemediği ölçüde büyümeyi gitgide artan biçimde yurtdışından gelen sıcak para, inşaat sektörü ve arsa rantına dayandırdı.

Yani yıllar boyunca AKP hükumeti seküler olsun ‘yeşil’ olsun tüm sermaye kesimleri için gerçek olamayacak kadar iyi bir iktidardı. Hem emekçiler, yoksullar aleyhine tutarlı bir siyaset izliyor hem de onların hatırı sayılır bir kısmının oyunu alıyordu. Kurduğu sadaka ağına ek olarak, siyasal düzeyde bunu yapmasını mümkün kılan şeyler, bir paket halinde sürekli sarıldığı mağduriyet-askeri vesayet karşıtı mücadele-sivilleşme söylemi ve biz-onlar ayrımının sürekli yeniden üretilmesine dayanan popülizm oldu.

Pek liberal, pek sivil görünen AKP’nin son dönemlerde bu kadar otoriter bir siyaset izlemesi, liderinin nevzuhur bir führer gibi hayatımızın her alanına karışmaya başlaması tesadüf değil. Zira AKP siyasetinin tüm sacayakları artık sınırlarına dayandı. Bu kadar yıllık iktidardan sonra mağduriyet söyleminin alıcısı yok dış kaynak-inşaat-arsa rantı eksenli ekonomik büyüme stratejisi ekonomiyi müthiş kırılgan bir hale getirdi. Milli parkları bile imara açmaya kalkan, İstanbul’un ortasında kalan bir avuç yeşil alanı dahi yok etmeye çalışan bu gözü dönmüşlük ondan. Her ağzını açtığında halka hakaretler eden bu saldırganlık, bu panik de ondan. Diğer yüzde 50’yi tamamen gözden çıkarmış durumdalar kendilerinin olarak gördükleri yüzde 50’yi konsolide etmek için her türlü iftirayı ve yalanı yayıyor, her tür baskı ve provokasyonu yapıyorlar. İşte tam da bu nedenle AKP’nin yüzde 50’nin temsilcisi olduğu iddiasını reddetmek ayrıca önemli.

2011’in sonlarında ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan ‘Occupy’ hareketinin ana sloganlarından biri “Biz yüzde 99’uz” idi. Slogan krizden olumsuz etkilenmek şöyle dursun, hükumetlerin uyguladığı bir dizi önlemler paketi neticesi daha da zenginleşen ve krizin tüm olumsuz etkilerini emekçi kitlelere yıkmak isteyen zenginlere karşı yoksulların, işsizlerin, emeğiyle geçinen tüm insanların ortaklığını ifade ediyordu. AKP’nin sermaye dostu ve emek, doğa, özgürlük ve hayat düşmanı politikalarının iyice azdığı şu günlerde bizim de almamız gereken tavır budur: Azınlık değil çoğunluğuz yüzde 50 değil yüzde 99’uz.