Sosyolojiyi ‘kurtarmak’

Gezi Direnişi’nin ortaya çıkışından bugüne Türkiye’de muhalif entelektüel üretimde kaçınılmaz olarak büyük bir canlanma yaşandı. Direniş başta internet olmak üzere çeşitli kamusal platformlarda Türkiye siyasetine yönelik tartışmaları geniş bir tabana yaydı ve siyaset ve toplum üzerine fikir üretme işi sadece siyasette örgütlü kadroların veya akademideki sosyal bilimcilerin bir uğraşı olmaktan çıktı. Gezi üzerine yazılan kitap ve makale bolluğu bu durumu doğruluyor. Haziran 2013’ten bu yana sadece Gezi Direnişi ile ilgili onlarca kitap basıldı yüzlerce makale yayınlandı. Bu konuda ortaya konulan düşünsel çabanın sonucunda ortaya konulan her ürünün aynı nitelikte ve etkide olduğu söylenemez. Fakat neredeyse hepsinin ortak özelliği Gezi’yi bir akademik inceleme nesnesi haline getirmek gibi bir arayış içerisine girmemeleri ve bu açıdan da onu “nesneleştirmek” için gerekli asgari mesafeyi tutturmak gibi bir kaygı içerisinde olmamaları.

Geçtiğimiz hafta yayınlanan, Vefa Saygın Öğütle ve Emrah Göker’in birlikte derlediği “Gezi ve Sosyoloji” (Ayrıntı Yayınları) isimli çalışma ise şimdiye kadar basılan “Gezi Kitapları”ndan farklı bir iddia taşıyor: Öğütle ve Göker kitaplarının neden diğerlerinden farklı olduğunu ortaya koymaya çalışırlarken hemen önsözde haklı bir kaygıyı vurguluyorlar: bugün Türkiye’de sosyal bilimci sıfatını taşıyan akademisyenlerin, genellikle siyasal/ideolojik maniplasyon amacı taşıyan kimi “kanaatlerini” “sosyolojik bir gerçeklik” olarak medyanın çeşitli kanallarında sunmaları. İşin kötüsü, bunu sadece meslekten sosyologlar yapmıyor, “sosyoloji(k)” sözcüğünün gücünden başta siyasetçiler olmak üzere kamuoyunu etkilemek/yönlendirmek isteyen çeşitli “kanaat önderleri” de yararlanıyor. “Bu bir sosyolojik gerçektir” cümlesi genellikle pek önü arkası sorgulansın istenmeyen ve üzerine çeşitli maniplatif düşüncelerin inşa edileceği başlangıç kanaatlerinin hemen arkasından sarf ediliyor.

Göker ve Öğütle, kendi makalelerinde kimi yazarlardan örnekler vererek sosyolojiyi yüzeysel kanaat üretimine alet eden eğilimleri mahkum ediyorlar. Diğer yandan Göker ve Öğütle’nin bunu yaparkenki kaygısı daha çok mesleğe dair bir endişeden besleniyor: “sosyoloji” yapma işinin hakkıyla yerine getirilememesi ve “mesleğin” içinin boşaltılması. Bu vurgu kitabın temel derdinin ne olduğunu da belirlemiş oluyor: Gezi Direnişi gibi “sosyolojik” analiz kisvesi altında çarpık “analizler” tarafından tahrif edildiğini düşündükleri bir toplumsal olguyu gerçek bir sosyolojik araştırma nesnesi haline getirme çabasına ön ayak olmak. Gelgelelim kitaptaki makalelerine sahip oldukları kuramsal birikimi güçlü bir şekilde yansıtan Öğütle ve Göker, böyle bir çabanın neden gerekli olduğuna, Gezi’yi neden illa “sosyolojikleştirmemiz” gerektiğine dair sosyolojinin itibarını korumak dışında somut bir gerekçe sunmuyorlar. Örneğin Gezi’yi sosyolojikleştirmek dünyayı ve Türkiye’yi daha iyi kavramamıza mı yarar? Gezi’yi sosyolojikleştirmenin bir mesleğin düzgün icrasını gerçekleştirmek dışında başka bir amacı yok mudur?

Bu noktada bir meseleyi “sosyolojikleştirmenin” neden kendinde değerli olduğu, disiplinlere ayrılmış bir bilim faaliyetinin yarattığı sakatlıklardan sosyolojinin muaf mı sayılması gerektiği, “sosyolojik” araştırma ve düşünme faaliyetinin inşa edilmiş kurallarına uyan her tür düşünsel ürünün eşdeğerde mi sayılacağı gibi soruların masaya yatırılması gerekiyor. Bu sorulara sosyolojinin içinden cevap vermek ise imkansız yanıt bulma çabası sosyolojinin bizzat kendisinin “nesneleştirilmesini” gerektiriyor. Kendinden menkul, içsel bir değere sahip olduğu varsayıldığında o şeyin nesneleştirilmesi ise kolay değil. Bana kalırsa, sosyolojiye belirli bir toplumsal mesele karşısında gerçek değerini veren şey salt disiplininin kendi varlığının ve itibarının korunması ya da onun kendine ait kural ve kaidelerinin hayata geçmesi olamaz. Bu “sosyolojiyi” sadece kendi ölçütlerine referansla değer içeren meşakkatli bir entelektüel çaba konumuna sokarak onu toplumsal/politik düzlemden uzaklaştırma ve ezoterik bir uzmanlık alanına dönüştürme riskini taşır. Yazarların ilkeleştirdikleri sosyolojinin otonomisi ve Bourdieu’ya referansla sosyoloji için kullandıkları zanaat sözcüğü böyle bir “kapanma” eğiliminin izlerini taşıyor. Göker ve Öğütle, çarpık Gezi tahayyüllerini eleştirmek gibi haklı bir noktadan yola çıkarak bir disiplin olarak sosyolojiyi, kendi deyimleriyle, “tözselleştirmek” gibi riskli bir alana girmiş gözüküyorlar. Bu noktada, bir disiplin olarak sosyolojiyi ve herhangi bir sosyolojik çalışmayı yerli yerine oturtacak ve ona gerçek değerini verecek ölçütün ne olduğu sorulabilir. Sorunun tek bir yanıtı yoktur elbette. Marx’ın Feuerbach üzerine 11. Tezi bu yanıtlardan sadece bir tanesinin temelini oluşturur: Dünyayı anlamak yanında onu değiştirmek onu değiştirirken onunla birlikte değişmek. Bu ölçüt ortaya konulan düşünsel ürünün niteliğini ve derinliğini düşürmek bir yana onun “somutla” zenginleştirilmesine katkıda bulunur salt bir zihinsel egzersiz olmanın ötesine taşır. Bu açıdan bakıldığında, sosyoloji kendinden menkul bir değere sahip bir zanaat olarak değil dünyayı anlama ve değiştirme çabasına katkı koyma olanaklarına imkan verdiği oranda değerli bir şey haline gelir. Bu çabanın gerçekleşeceği tek alan sosyoloji olmadığı gibi, sosyolojik disiplinin kurallarına uygun bir üretim ortaya koymak tek başına bunu garanti etmez. Sonuç olarak, sosyolojiyi hakkıyla yapmak kesinlikle önemlidir ama mesleğin itibarı için değil, tüm sınırlılıklarına rağmen dünyayı daha iyi anlamaya ve değiştirmeye katkı koyma olanağını halen barındırdığı, buna açılan alanlardan yalnızca birisi olduğu için.