Seçim yazıları IV: Ayak takımının politikacı ve seçmenleri

Kendisinden önceki hakim sınıfla barışık burjuvazi
Her toplumda üst yapı kurumları, hakim sınıflarca belirlemekle birlikte, o toplumda geçmişte de var olan sınıfların karakterinden parçalar da barındırır. Sermaye sınıfının tarihsel olarak iktidara gelmesiyle birlikte, kendisinden önceki üretim ilişkileri içinde doğmuş sınıfları ve onların kültürel kalıntılarını tamamen ortadan kaldırmadığını, aksine, kapitalist ilişkiler içinde devamını sağlamakta yarar gördüğünü biliyoruz. Bugün Avrupa ülkelerinde devam ettirilmekte olan „krallıklar“, kimi asalet ünvanları bunun en açık örneğidir. Kapitalist sınıfın en tepesindekilerin, yaşam biçimleriyle bunlara özenmeleri ise, çoktan Molier'in oyunlarındaki gibi güldürü konusu olmaktan çıkmış, iğrenti veren bir fars haline gelmiş bulunmaktadır.

Türkiye'ye gelince...
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, ihtiyarlamış ve çürümüş Osmanlı toplum düzenine karşı gerçekleştirilen devrimci dönüşümlerin yanısıra, eskiden kalma feodal yapılara ve onlara ait kültürel mirasa karşı, çoğu şembolik düzeyde kalan yasal düzenlemelerin öteşinde, ardıcıl bir mücadele yürütülmediğini biliyoruz. „Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!“ sloganında „millet“ten neyin kastedildiği kısa sürede ortaya çıktı. Cumhuriyetin kurucu kadroları, „millet“ adına, bir yandan “kendi” sermaye sınıfını yaratırken, öte yanda Osmanlı'dan kalma mütegalibeyi de iktidarına ortak etti. Bunların kapitalist ilişkilerle uzlaşarak yaşamaya devamı desteklendi. Bir yandan Cumhuriyet'in kapitalist pazarına buyur edilirken, öte yandan temsilcileri Cumhuriyet'in parlamentolarına dolduruldular. Başka bir deyişle, feodal ilişkiler, ağalık düzeni vd. olduğu gibi muhafaza edilirken, „devrimci“ bir şekilde kapitalistleştirildi. Kimilerin sadece ülkenin doğusunda bulunduğunu sandığı toprak ağalığı Batı'da da yok değildi. İlk çok partili seçimleri kazanarak başbakan olan Adnan Menderes, Menderes Ovası'nda geniş toprakları olan bir toprak ağasıydı. Sadece Demokrat Parti değil, sözde „halkın partisi“ olan CHP de Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, hızla kapitalistleşmiş olan Osmanlı kalıntısı her çeşit mütegalibeyle doluydu. Bunlar bugün de varlar! Ancak...

İşçileşen köylüler
Hızla kapitalistleşen ülke pazarı, işçi sınıfının da aynı hızla büyümesini getirmek zorundaydı. Birbiri ardına kurulan sanayi tesislerinin, büyüyen ticaret ve hizmet sektörlerinin ücretli işçilere gereksinimini karşılayacak en büyük kaynak, Anadolu'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerdi. Bir zamanlar yorganını sırtına vurup, kentlerde iş aramak için „gurbet“e çıkan köylüler giderek kentlere yerleştiler ve işçileştiler. Ne var ki, bu sınıfı yaratan sermaye sınıfı, kendi yarattığı bu sınıfın bilinçlenmesine, kendi arasında örgütlenmesine karşı da en sert önlemleri almaktan geri durmadı. Bırakın kendi için bir sınıf olarak siyasal mücadeleye katılmasını, sendikal bilinç edinmesini ve bu doğrultuda örgütlenmesini bile engellemeye çalıştı. Bir yanda elinden geldiğince yasal engeller koyarak, öte yanda korkunç bir ideolojik saldırı altında tutarak, kayıtsız şartsız kendisine tabi olacak „ücretli köle“ olarak muhafaza etmeye çabaladı. (Bugün neo-liberal islam pazarlamacılarının asıl amacı da bundan başka bir şey değil.)

Niceliği patlayışlarla büyüyen yeni „tabaka“: lumpen proletarya
Sermaye sahipleri ücretli işçilere olduğu kadar, yedek işgücüne de gereksinim duyuyor. Onlar olmaksızın, gereksindikleri taze işgücünü bulmakta zorluk çekecekleri gibi, çalışmakta olanların ücretlerini düşük tutmakta da zorlanacaklarını biliyorlar. İşçileri tehdit altında tutmanın en kolay yolu, onları iş aramakta olan „rakipler”le korkutmaktır. Kapitalist pazar bu gereksinimini de yerine getirdi. Kapitaliştleşen tarım alanlarında yaşam şansı kalmayan topraksız ve yoksul köylüler yıllar içinde kent varoşlarına yığıldı. Böylece köyünden kopmuş, kent yaşamına ayak uydurmakta zorlanan bir işsizler ordusu yaratıldı. Metropoller hızla kasabalaştı. İşçi sınıfının üretimde aldığı yer nedeniyle kazanacağı her türlü nitelikten yoksun, köyünün gelenek ve göreneklerini yitirmiş, buna karşın kent kültüründen nasibini almak olanağı da bulamayan, yaşam savaşını sürdürebilmek için eline geçen her fırsattan istifade etmek zorunda kalan bugün inşaata, yarın işportaya, sonraki gün park bekçiliğine, şöför yamaklığına, akla gelebilecek her türlü işe girip çıkan bir „lumpen proletarya“ doğdu. Kapitalizmin ilk dönemlerinde sürüler halinde ve paçavralar içinde oradan oraya sürüklenen sefillerden esintiyle sol literatüre girmiş olan bu kavrama bakıp, paçavra aramaya gerek yok. Sayısı milyonları bulan işsizler içinde ortaya cıkan ve kentleri abluka altına alan „serseri takımı“na bakmak gerekiyor. Kimi literatürde efsaneleştirilen İstanbul'un meşhur Kasımpaşa külhanbeyleri, bunların Osmanlı döneminde Kasımpaşa tersaneleri civarında türemiş öncüleridir.

Abluka altına düşerek kasabalaşan kentler
Şu anda istatistiklerde iddia edildiği gibi yüzde onlarda tutulan işsiz sayısı koca bir yalan, hınzırca bir çarpıtmadır. Meslek ve uzmanlık sahibi olan milyonlarca insanın iş bulamadığı koşullarda, melek sahibi olmak bir yana, okuma-yazması bile kıt işsiz sayısını on milyonlarda aramak gerekir. 50'li yıllardan başlayarak işgücünü satmak için büyük kentlere göç eden ve işçileşen insanların zorunlu olarak kurduğu „gecekondu mahalleleri“nde biriken kent yoksullarının çoğunluğunu bunlar oluşturmaya başladı. Topraktan, doğadan, nesiller boyu bağlı olduğu toplumdan ve her türlü kültürel değerden kopmuş, bunların yerine koyacak hiçbir şeyi olmayan milyonlar! Bu koşullarda kıyasıya yaşamını sürdürme savaşı verirken hiçbir kıstas tanımayan... hırsızlık, soygunculuk, dolandırıcılık, yankesicilik, kapkaçcılıktan geçinenler... üçü-beşi biraraya gelip, güçsüze, engelliye, kendisini koruyamayacağını kestirdiklerine saldıranlar... yoksul kadınların kucağına “kiralık” bir çocuk verip dilenci takımları kuranlar, tinerciler... kabadayılığı “kalleşçe” yapmakta, yumruk yumruğa döğüşmek yerine jilet atmakta, silahsız insanlara bıçakla, satırla saldırmakta sakınca görmeyen magandalar...

Yukarıdakiler bunların bir ucundaki örneklerdir. Diğer uç ise, içinde bulunduğu umarsızlık ve çözümsüzlük içinde, kurtuluşu geçmişte olduğunu varsadığı bir yaşamı geri getirmekte ve ilâhi bir güçte aramaktan başka çare göremedi. Kitabında neler yazılı olduğunu bilmediği, dolayısıyla özü hakkında hiçbir ayrıntısından haberdar olmadığı, salt cahil hoca bozuntularının kulaktan dolma hurafelerinden tanıdığı bir dine sarıldı. Kaybettiği konumlarını yeni baştan kazanacağını sandığı, aslında hiçbir tarihsel dönemde gerçekliği olmayan bir geçmişe öykündü. Çözüm ilâhi güçteydi, eskiden olduğu gibi yaşamaktaydı. O da olmazsa, “öbür düyada” rahat etmekteydi. Bunu da, O'nun bu kötülüklere son vermek üzere görevlendireceği güçlü bir lider gerçekleştirebilirdi. Umarı olmayan bu kesim de böylece tarikatların, cemaatlerin karanlık mahzenlerine sığınarak, orada kendisine bir koruyucu aradı.

Bunların topu, kimilerin yumuşatarak ifade ettiği gibi “muhafazakâr” falan değildirler. Çünkü, aslında kendilerine ait muhafaza edecekleri bir şey kalmamıştır! Bunlar, kelimenin tam anlamıyla, en kabasından “gerici”dirler.

Kentlerde en azından birkaç nesildir yaşamakta olan nüfus -bundan sadece orta sınıflar değil, sanayi merkezlerindeki işçiler de anlaşılmalıdır- oransal olarak yerlerini bu yeni gelen işsiz-güçsüzlere bırakmaya başladı. Böylece gerek Anadolu'daki kentler, gerekse “eski metropol-yeni kasaba”lar yukarıda değindiğim işsiz-gücsüz, lumpen takımlarının ablukası altına düştü.

Hakim kültür: lumpenlerin kültürü
Bir toplumda niceliği bunca baskın hale gelen bir kesim, ister istemez o topluma damgasını da vuracaktır. Nitekim, 1960'ların başında büyük kentlerin sokaklarına taşarak kulakları tırmalayan, gözleri rahatsız eden bir „ayak takımı kültürü“ tüm toplumun üstüne çöktü. 1960'larda minibüslerden, dolmuşlardan sokağa taşan arabesk şarkıları anımsıyorum. Biraz Arap ezgisi, biraz saz, biraz Batı müziği nâmesi karıştırmış, „kadersizlik“, „ezilmişlik“, „geleceksizlik“, „umarsızlık“ içeren yıvışık ve yapışkan bir sızlanma... tam da bu kırsal kökeninden koparılmış, kentsel yasamın dışında tutulan, ne olacağını bilemeyen, her türlü bilinçten ve örgütten yoksun milyonların sınıfsal karakterinin ifadesiydi. Anadolu halk müziğini salt tınısıyla değil, içeriğiyle de yozlaştıran bu kozmopolit ağlama, inleme ve yakarma orta sınıflara dek hemen herkesin müzik zevkini etkiledi. Günümüzde çoğunluğun „komedi“ diye seyredip, kahkahalarla güldüğü pespaye farslardan tutun da televizyonlarda halka sunulan çoğu program da o çizginin kesintisiz devamıdır.

Bu tabaka her boyutuyla etik kurallardan sıyrılmış, gerici davranış ve düşünceleriyle öylesine güçlü bir etki alanı yarattı ki, başkasına ait tezleri çalmaktan çekinmeyen, aydın olmanın haysiyetinden yoksun nice yobaz, tarikat kölesi akademiyenler bile yetişti bu toplumda.

Lumpenlerin politikacıları, parlamento sözcüleri
Kapitalist sistemin yarattığı ve sayıları patlayışlarla büyüyen bu sınıfsal tabaka, giderek kendisini siyasal arenada da ifade etmeye başladı. Artık söz konusu olan, mahalle muhtarlığı değildir. Bunların sözcüleri siyasal partilerin her çeşidinde kendilerine yer buldular. Tüm boyutlarıyla kültülerini de buralara taşıdılar. Artık hiçbir bilgi birikimi olmayan, boş lafları birbiri ardına sıralamayı konuşma, mugalatayı tartışma sanan sözünün yetmediği yerde küfür etmekte, onun da yetmediği yerde zora başvurmakta sakınca görmeyen... elde ettiği iktidarı cebini doldurmak için fırsat olarak gören, “ne vurursam kârdır” anlayışıyla talana girişen ve bu amaçla her yolu mübah sayan bir politikacı türü sardı ortalığı. Bunlar, günümüzde siyaset kültürünü de derinden etkilediler, siyasal mücadele biçimlerini ve tartışma dilini belirlediler.

Geçmiş seçimlerde...
Bir yanı zorba, bir yanı mağdur ve sulu gözlü... demagoji ve yalanda sınır tanımayan... milyonlarca yurttaşın en kutsal değerlerini ticaret ve siyaset metaı olarak kullanmaktan çekinmeyen... başlıca çalışma alanı olarak rüşvet, hırsızlık ve vurgunculuğa odaklanmış politikacı tipi ve yoksul kitleler arasında ona oy verecek seçmenlerin çoğunluğu işte tam bu tabakanın izdüşümüne denk gelmekteydi. Biraz makarna, biraz bulgur, kışın da kömür... mitinge katılıp işaret üzerine vavelâ çıkarmak -yerine ve önemine göre- otobüsle götürülmek koşuluyla 50-100 lira seçimlerde ise bir oy bir küçük altın... Her sabah, o günü kurtarma korkusuyla uyanmak zorunda bırakılmış işsiz yoksullar için hiç de fena sayılmaz. Kadınlar da evde boş oturacaklarına, fırsat bulmuşken o günün nafakasını çıkaracaklar. AKP'ye oy veren ve sayısı milyonlarla ifade edilen seçmenlerinin kaçta kaçı böyledir dersiniz? Bu insanlar değil, onları bu onursuzluğa makum eden düzenin hakimleri utanmalı!

Önümüzdeki seçimlere gelince...
Ne var ki, Türkiye yeni bir altüst oluşla sarsılıyor. Kent varoşlarında yaşayan yoksul kesimler de olup bitene gözlerini açmaya başladı. Kendisine biat etmeyen herkesi ötekileştiren ötekiler gidicidir.

Sendikal örgütlenmeleri engellenerek her türlü hakları ve ücretleri kısıtlanan, taşeron firmalarda hiçbir iş güvenliği olmaksızın ezilen ve sömürülen işçilerin tepkileri büyümüyor mu?
İşsizler bu talan ekonomisi sürdükçe işsiz kalmaya mahkum olduğunu kavramaya başlamıyor mu?
Gençler ceplerinde üniversite diploması bile olsa geleceklerinin karanlık olduğunu görmüyor mu?
Kadınlarkuluçka makinesi yerine konmaya ve toplumda ikinci sınıfa itilmeye tepki gösterme başlamıyor mu?
Dinsel inançları, etnik kökenleri, cinsel eğilimleri olanlar ötekileştirilmeyi ve aşağılanmayı artık içine sindiremeyi reddetmeye başlamıyor mu?
Yaşam biçimine karışılmasına artık tahammül edemeyenlerin tepkisi giderek daha da büyümüyor mu?
Kimi inançlı müslümanlar bunca ahlâksızlığın din maskesi takarak yapılmasını taşıyamaz hale gelmiyor mu?
Köylüler tarlalarının, meralarının, hayvanlarının ellerinden alınmasını, içinde yaşadıkları doğanın yok edilmesini kabullenmeyi reddetmiyor mu?
Kır emekçilerinin bir yanda ithalatçılarla, öte yanda tekelleşen tarım alanlarıyla çalışma olanakları hepten yok edilmesine tepkisi büyümüyor mu?
Bilim insanları, tıb mensupları, mühendisler, mimarlar, hukukçular, her meslekten insanlar bilimin, ayaklar altına alınmasına karşı her geçen gün daha kararlı bir duruş sergilemiyor mu?
Sanatçılar, yazarlar özgür düşüncenin ve onunla birlikte özgürce yurutmu ortamının yok edilmesine karşı seslerini yükseltmiyor mu?
Yerli-yabancı tekellerin varlıklarını hızla yok etmesi karşısında gelecek kaygusuna düşen zenaatkârlar, küçük işletme ve serbest meslek sahipleri felâketlerinin asıl nedeninin bu düzen olduğunu fark etmiyor mu?
Ya bu lumpen takımının demokrasi safsatalarına kanmayan aklı başında solcular, sosyalistler, komünistler?
Dahası da vardır. (Saymadıklarım beni affetsin.)

Yüzde elliymiş! 30 Mart daha ilk raund. Bu saydıklarım ülke halkının yüzde kaçı eder? Hesap etmeyin. Onlar, kimisinin hesaplarındaki yüzde sayılarından ibaret değil. Giderek bilinçlenen ve bu düzene tepki duyan insanlar. Köle değil işçi ve emekçiler. Tebaa, tarikat mensubu değil, özgür bireyler! İster istemez gelecekler. Bilinçlendikçe gelecekler. Örgütlendikçe gelecekler. Her geçen gün çoğalarak gelecekler Ve eninde sonunda ötekileri götürecekler!

Yüce divan, Lahey İnsan Hakları Mahkemesi falan bir yana, bunları asıl yargılayacak olan halktır!