Katkı vakti

"Ülkenin ilerlemesine, demokratik bir düzenin kurulmasına ve yerleşmesine katkı amacıyla...” Alman emperyalizmi sömürgelerin paylaşımında geç kaldığını fark edip, hiç olmazsa Afrika’da kendisine bir yer açma çabasına girdiğinde işte bu bayrağı açmıştı. 1884 yılından başlayarak Togo, Kamerun, Witu ülkesi (simdiki Kenya) ve Güney-Batı Afrika’ya demokrasi götürdüler.  Bu bölgeleri “her türlü saldırı ve karışıklık tehlikesine karşı Alman İmparatorluğunun koruması altına” aldılar. Buralarda yaşayan kabileler çok kısa bir süre sonra demokrasinin ne olduğunu öğrendi: Gözü kararmış bir yağma,  yerli halka yönelik  barbarca bir baskı ve kabileleri birbirine düşürerek kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmek için alçakça entrikalar. Ve ardından kana bulanan topraklar! 

Haydi tarihin cältler dolusu karanlık sayfalarını bir yana bırakalım. Emperyalizmin son 20 yıl içinde -neo liberallerin ve şaşkın solcuların da alkışları altında- hangi ülkelere demokrasi götürdüğünü, o ülkelerin bugün ne durumda olduğunu düşününce...

O momentleri de atlayıp geçtiğimizi varsayalım. Bugün “demokrasinin kalesi” olan AB ülkelerine –İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya falan- biraz dikkatle bakınca... Geçmişin kana bulanmış hak mücadeleleriyle elde edilen işçi/yurttaş haklarının hızla geri alındığını; emek sömürüsünün adım adım artırıldığını; devletin hizmet alanından elini çekerken sistemin koruyucusu olarak baskıcı yüzünü göstermeye, demirden eldivenlerini kuşanmaya başladığını; birbiri ardına sistemi kalıcı kılmaya yönelik yasalar, kararnameler çıktığını; toplumun hızla abluka altına alındığını görünce...

Aslında birileri var, kuşku yok ki, tarihi ayrıntılarıyla biliyorlar. Yaşadığımız dönemde neler olup bittiğinin de farkındalar. Burjuvazi iktidarı elinde tuttuğu, bu sömürü sistemi devam ettiği sürece demokrasinin ne anlama geldiğini bilmezler mi? Ama...

Afganistan’da dönen dolaplara gözlerini, Yugoslavya’dan yükselen seslere kulaklarını kapatmışlardı. Irak’da, oradan bütün Kuzey Akrika’da olanları demokrasi adına alkışlamışlardı. Turuncu devrimlere tempo tutmuşlardı.

Şimdi de Türkiye’de demokrasinin peşine düştüler. Demokrasi adına oy istediler. Bu seçimlerle birlikte AKP’nin baskıcı rejimine son verildiğini ilan ettiler. Hangi parti hangi partiyle koalisyona girerse ülkenin “yeni baştan demokratikleşeceğini” tartışmaya başladılar. Öyle ki, bazı akıldâneler daha da ileri gidip, AKP ile işbirliği önerebildi, birileri de “herşeye açığız” gibi açıklamalar yaptı. Kısacası, hep birlikte yırtınıp duruyorlar: “Herşey demokrasi için!”

Bu ülkede yakın tarihin en kalın sınır çizgisi böylece çizilmiş oldu. Bu mugalataya katılanların tümü, “burjuva demokrasisinin havarileri”, “kapitalist sistemin, emek sömürüsünün tamircileri” tek bir amaç doğrultusunda birleştiler: “Herşey demokrasi için!”

Aslında bunda bir sorun yok - herkes kendi safını belirlemekte özgür. Sorun, yukarıdaki amalgama karışmış olanlardan bazılarının herşeye karşın “sol” olduğu yanılgısının devam ediyor oluşunda yatıyor.

Fakat artık tam vaktidir... Tarihten ders almayı bilenler, yaşadıkları dönemde dünyada ve kendi ülkelerinde olan biteni dikkatle gözlemleyenler  ve en önemlisi, tüm bu süreçlere emeğin penceresinden bakanlar ve asla boyun eğmemeğe kararlı olanlar için kalın çizginin ayırdına varma vaktidir. Kendi kendilerine soracakları bir soruyu “ama”sız, kaçamaksız yanıtlama ve saflarını ona göre belirleme vaktidir:

Burjuvazinin demokrasisine, dolayısıyla bu düzenin devamına mı katkıda bulunacağım, yoksa emeğin kurtuluşu için sosyalizm mücadelesine mi?