Gider ayak soruyorum

Şımarık it, gururla yanında gezdirdiği, görkemli köpeğin tasmasını bırakıverdi. Cins köpek, kaldırım kenarında bir balık kafası kemirmekle meşgul kedinin üzerine doğru hamle etti. Kedi korkuyla büzüldü, tüylerini kabartarak tısladı. Fakat cüssesinden defalarca küçük kedinin tehdit dolu tıslaması, gücünden emin cins köpeği durduramazdı. Zaten arkada duran sahibinin “Tut!” emrini yerine getirmeden geri dönmemek üzere şartlanmıştı. Durumu fark eden kedi atik bir sıçrayışla kaçmaya başladı. Atiklikte ondan aşağı kalmayan, av taktiklerini de iyi bildiği anlaşılan köpek de peşinden seğirtti. Köpeğin zincirini elinde sallayan it ve yanındaki iki arkadaşı, zincirinden boşanmış köpeğin zavallı sokak kedisini kovalamasını kışkırtıcı haykırışlarla ve kahkahalar atarak seyre koyuldular. İşte tam o sırada ne olduysa oldu. Yüksek bahçe duvarıyla bir binanın duvarı arasındaki üçgene sıkışan kedi birden geri döndü, can havliyle ve korkunç bir miyavlamayla atıldı. Ön pençeleriyle köpeğin burnuna asıldığı gibi, sadece hassas burnunu parçalamakla kalmadı, arka pençeleriyle de boynunun derisini bıçakla yüzmüşçesine açıverdi.

Gırtlaktan aşağı derisi kanlar içinde yere doğru sarkıveren köpeğin iniltisiyle, onu kedinin üstüne salan şımarık itlerin şaşkınlığı... Bu olay belleğimin derinliklerinde kaybolamıyor bir türlü. Ne zaman savaş çığırtkanlığı yapan bir söylev duysam, bir makale okusam, gözümün önüne geliveriyor... Eh, bu dünya, boynuna tasma geçirmeğe çalıştıkları ulusları başka ulusların üstüne sürmek isteyen birileriyle doluyken, yukarıdaki olayı unutmam olası mı?.

Ve her seferinde sormadan edemiyorum.

Savaş denen bela ne menem bir şey ki?
Gerçekten birilerinin tarih kitaplarında, ya da renkli sinemaskop Hollywood filmlerinde yakışıklı artistler, şık kostümler, ilginç manzaralarla güzelleştirerek bilinçaltımıza sokuşturmaya çalıştığı gibi bir şey mi bu savaş? Ve sadece onur sahibi korkusuz askerlerin destansı kahramanlıklarıyla mı dolu bu savaş? Yoksa uzmanların “şu kadar bin ölü, falan kadar yaralı” deyip geçtikten sonra asıl maddi zararı en ince ayrıntılarına dek hesaplayarak ortaya koyduğu sayılardan mı ibaret savaş denilen bu felaket?

Sadece bir takım omzu ağır yıldızlarla kaplı komutanların kızma birader oyunu gibi haritalar üzerinde piyonları oraya buraya itekleyerek, çatık kaşlarla, etrafa sert komutlar yağdırarak oynadıkları bir oyun mu acaba? Yoksa bilgisayarların başında oturup, binlerce kilometre öteye atom başlıklı füzeler gönderdikten sonra kravatlarını gevşetip, birbirlerini tebrik eden uzmanlar mı? Taşıdığı birkaç bombanın birkaç bin insanın canına mal olacağını bildiği halde düğmeye basmaktan çekinmeyen ve uçuştan sonra evine dönüp, çocuklarını kucaklayan yakışıklı pilotlarla tarif edilebilir mi savaş?

Savaş denilen felaket yoksa...
Ölüm korkusuyla tiril tiril titreyen, hatta altına kaçıran gencecik insanlar demek olmasın? Ya da öldürmekten, etrafa saçılan kandan zevk almaya başlayan psikopatlarla dolu olmasın savaş denilen meret?

Ya da minicik bir delikten ete gömülerek iç organlarda kendine yer aradıktan sonra bütün hırsıyla çıkıp giden kızgın merminin paramparça ettiği sırt? Şarapnelle kopan kol? Karın boşluğundan sarkan bağırsak? Mayınlı tuzaktan fışkıran bacak? Ve hayata tutunmak için son havliyle toprağa tırnaklarını geçirmiş ölü bedenle dolu olmasın savaş?

Babasının, kocasının, çocuklarının gözü önünde ırzına geçilen kadınların, hoyrat pençelerin kıskacında birden fazla erkeği birarada tanıyan bakire kızların nefret dolu bakışları mı savaş? Ya da elindeki silahın verdiği güçle canavarlaşmış, belki salt karşıtlarını aşağılamak, onursuzlaştırmak adına, önüne gelen kadına saldıran ırz düşmanları mı?

Napalm bombalarıyla yakılıp kül edilmiş tarlalar ve ormanlar, zehirli gazlarla zehirlenmiş ciğerler, ferini yitirmiş gözler... Nükleer bulaşıkla ölüme mahkum edilmiş nesiller olmasın sakın savaş?

Şasileri parlatılmış tankların, taretli araçların bando eşliğindeki geçit resmine benzer mi acaba savaş? Yoksa ölümden kaçmak için evini, köyünü terk eden, kimi yaşlısını, hastasını, engellisini yollarda bırakmak zorunda kalan insan sürüleri olmasın? Toza, çamura, dışkıya bulanmış insan ölüleri ve hayvan leşleriyle dolu yollar olmasın sakın? Ve yıkılmış duvarlar, çökmüş binalar mı yoksa savaş?

Çatık kaşlar, tehditkar bakışlar, sıkılı yumruklar ve mikrofonlara haykırılırken çatlayan afaki sözcükler mi savaş? Yoksa acıdan konuşma yeteneğini yitirmiş, sözün bittiği yerde duran insanların suskun laneti mi? Ağlamayı unutmuş, pınarları kurumuş gözlerin boşluğa kilitlenmiş bakışları mı savaş?

Yoksa...

Milyarları bulan satışlar, bu satışlardan kazanç sağlayan komisyoncu şirketler, hisse senetlerinin el değiştirdiği borsalar, devletleri borca batıran bankalar, tefeci kurumlar da olabilir mi savaş? Ve bunların ortakları, her patlayan bombayla bir kez daha şişen kursaklar, dolan kasalar... Evler yıkıldıkça, köprüler atıldıkça, demir yolları söküldükçe ellerini ovuşturalar, akbabalar, ölü gömücüler?..

İşte şimdi tekrar sorma vaktidir.
Savaşa tezkere isteyenlere, tezkere isteyenlere istediklerini verenlere, dışarıda durup da bunlara alkış tutanlara sormaya gerek görmüyorum. Onların yeri belli.

Fakat tezkere isteyenlerin peşlerine takmak istediği işçilere, işsizlere, dar gelirli emekçilere, köy ve kent yoksullarına soruyorum: “Savaş sırasında siz nerede olabileceğinizi sanıyorsunuz?”

Herkes ait olduğu yeri şimdiden bilirse iyi olmaz mı?