Çalışan kazanır!

Köşedeki su tesisatçısıyla sohbet ediyordum - kendisi koyu AKP’liydi bir yılda ne kadar da değişmiş. Ne var ki, bir noktada durdu ve itiraz etti:
“Hepsinde haklısın abi, ama adamlar gerçekten çalışıyor!”
“Ne yapıyorlar?”
“Abi görmüyor musun? Yollar, köprüler, AKM’ler...”
“Evet, böylece çok para kazanıyor akrabaya, biat edene falan da kazandırıyorlar. Başka ne yapıyorlar?”
“Abi şu yollara bak. İstanbul böyle miydi? Trafik sorununu da çözecekler.”
“Onları anladık dedim ya, çok para kazanıyor ve birilerine de kazandırıyorlar. Başka ne yapıyorlar?”
“Metrolar, hızlı tren...”
“Tamam kardeşim, anladık dedik ya. Böylece hepsi dolar-avro milyoneri oldu, başka ne yapıyorlar?”
“Abi otoyollar...”
Sözünü sertçe kestim:
“Anladık birader! Takılmış plak gibisin. Hâlâ anlamadın mı? Böylece vurgun olanağı yaratıyorlar!”
Israrla anlatmaya çabalıyor:
“Abi adamlarda vizyon var, sürekli proje üretiyorlar...”
“Tamam işte! Tam üstüne bastın. Bunlar projeci! Güney Amerika’da da var bunların sürü sepet örneği. Proje hazırlayıp, ona göre yasal düzenleme yapıyorlar, ya da bir gecede kararname çıkarıp, minareyi kılıfa sokuyorlar. Her adımda kasalar biraz daha doluyor. Sen başka ne yaptıklarını söylemedin hâlâ.”
“Çalışıyorlar dedim ya abi. Tabii kazanacaklar.”
“Sen çalışmıyor musun?”
“Çok şükür, 16 yaşımdan bu yana alnımın teriyle ekmeğimi kazanıyorum.”
“Yani yaklaşık yirmi yıldır...”
“Olur mu? Tam yirmi beş yıldır!”
“Daha iyi ya. Bugün neden milyoner değilsin? Galiba bugüne dek hiç proje üretemedin.”
“Abi, dalga geçme. Beni ne diye karıştırıyorsun? Ben şunun şurasında bir garip...”

Susup, önüne baktı. Çalışarak milyoner olunamayacağını o da biliyor. Biliyor ama yine de... Hınzırca bir his karnımdan, boğazıma doğru yükselip, sözcüklere dönüştü:

“Sen en iyisi, hemen bu işi bırak. Su satarak yeniden başla çalışmaya.”

Tesisatçıyı düşünceleriyle baş başa bırakıp ayrıldım dükkândan.

* * *

Bir zamanlar İsmet İnönü’nün bir kardeşi varmış. Galiba, aklı sıra bir ticaret işine girişmişmiş. İsmet Paşa’nın adını da bu işe alet etmeye kalkmışmış. Durumu hemen İnönü’ye yetiştirmişler. O da, “Hayret” demiş, “demek bizim birader ticaretten anlarmış...” Bundan sonra İnönü’nün kardeşiyle ilgili herhangi bir dedikodu duyuldu mu bilmiyorum. Ardından “Demirkrat” geldi. Menderes, -adı üstünde- zaten Menderes ovasında toprak ağasıydı. İster Demokrat Parti’den, ister Halk Partisi’nden olsun, dönemin siyasîlerinin çoğu mütegalibenin ta kendisiydi. Çoğunun su satmaktan yola koyulup, kısa yoldan milyarder olmak için acele etmeye gereksinimi yoktu. Ama onlar “her mahallede bir milyoner yaratmak için” yola koyulmuşlardı. Böylece kapitalizmi daha da geliştirecek, emperyalizme büsbütün tutsak edecek bir dizi önlem aldılar. Doğaldır ki, onların iktidar döneminde de adam kayırmadan, rüşvetten bahsedildi, arada dedikodular dolaştı. Örneğin, “hamil-i kart yakînimdir” yöntemi, sanırım o dönemde moda haline gelip, günümüze miras kaldı. Bu arada 60 darbesi, “Alyans Apartmanları” falan... Kimisinin yeğeni suntayla meşgul oldu, kimisinin kocası pus içinde kaldı. Kimisinin memuru işini bildi. Örneğin, 80’li yıllarda devlet dairelerinde her işin bir “maktu fiyatı” olduğundan bahsedildiğini yaşı uygun olan herkes anımsar.

Kısacası, hırsızı, dolandırıcısı, beyaz kadın taciri, uyuşturucu kaçakçısı, rüşvetçi-irtikâpçı memur ve en başta ahlâk düşkünü siyasetçi... Özellikle Bizans’tan başlayarak Osmanlı’ya, ondan da Cumhuriyet’e bütün zamanlarda hep var olagelmiş tabii onlarla birlikte halk arasında dolaşan dedikodular da. Ne var ki, çocukluğumdan, gençlik dönemimden anımsadığım kadarıyla, halkın ezici çoğunluğu bu tür insanlardan, hele bu tür siyasetçilerden aşağılayarak bahsederdi. Çoğu insan, ne bahasına olursa olsun, onlarla yer değiştirmek de istemezdi.

Günümüzdeyse... Oğul-kız evlat, birader-bacı, amca oğlu-kayınço-yeğen, her türden yakın-uzak akraba, düğününde şahitlik edilen dost, dolaylı-dolaysız ortak... “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” derler. Ne dumanı? Çoğu zaten uluorta yapılıyor! Ne ateşi? Bu topraklar bugüne dek böylesi bir yangın görmedi!

İşin en kötü yanı, bütün bunların artık günlük yaşamın olağan bir parçası haline gelmiş olması. Halkın bir kesimi artık bunlardan ne dehşete kapılıyor, ne de hayrete düşüyor.

Aslına bakılırsa, hayret edilecek bir şey de yok ortada zaten. Geldiğimiz bu nokta, kapitalizmin insanı insanlığından uzaklaştıran, bencilleştiren, yozlaştıran, ahlâksızlaştıran, “gemisini kurtarmak için” her şeyi yapabilecek kıvama getiren karakterine uygundur! Kapitalizm geliştikçe, yaşama bu tür bakışın yaygınlaşması da doğaldır.

Hayret edilecek bir şey gerçekten yok! Onlarca yıl boyunca uygulanmış bir programın sonuçlarını seyrediyoruz. Devlet eliyle burjuvazi yaratma çabalarından başlayıp, her mahallede bir milyoner yaratmaya soyunanlar... ardından Özal’ın açtığı yolda “işini bilen memur”la, “köşeyi dönen” tüccarla, ekonomiye katkı yapacak “kara para sahibi”yle falan...

Bir zamanların halk arasında makbul olmayan insanları birer kahraman olarak sunulmaya başlamadı mı? Medyadaki haberlerde sözüm ona birbirini izleyen başarı öyküleri televizyon dizilerinde para içinde yüzen mafya babaları, karanlık kişilikler, dalaverede sınır tanımayan patronlar, bir ayağı kapitalist sisteme basmış feodal beyler... hepsi iktidar ve paradan yeterince nasibini almış ve yaşamlarını kuşatan koyu drama karşın lüks içinde yüzen ve imrenilecek bir hayat sürmekte olan insanlar olarak sunulmadılar mı? İmrenilecek köşkler, malikâneler, lüks arabalar, korumalar, modern çiftlikler, hepsi birbirinden şık giyimli yakışıklı erkekler, güzel kadınlar... Halkı bunlara imrendirirken, asıl arka plandaki ahlâk çöküntüsünü de akıllara yerleştirmeye çabalamadılar mı? Böylece genel geçer ahlâk kurallarını yavaş yavaş unutturmaya, onun yerine kapitalizmin genel geçer kuralını, “Ne yaparsan yap, yeter ki köşeyi dön!” tezini yerleştirme projesi değil miydi bunlar?

Bu ahlâksal çöküntüye bir de örtü gerekiyordu. Onun için de en kısa yolu seçtiler, din kisvesine büründüler. Faşist darbenin başı elinde Kur’an yollara düştü. Tarikatların kapısı açıldı yurdun her yerinde camiler yükseldi medya eşliğinde Cuma’lar moda haline getirildi Ramazan’da toplu iftar çadırları kuruldu. Her lâfa besmeleyle başlandı. Her felâket “hikmet-i hüda” oldu.

Ve bu en sonuncular en usta pazarlamacı çıktı! Her şeyi babalar gibi pazarlar, satarken, kendilerini de dindar olarak pazarladılar!

Menderes’in hayali de bu arada gerçekleşti. Yurdun her yerinde, nereden çıktığı, sermayesini nereden bulduğu belirsiz dolar milyonerleri-milyarderleri türedi. Bunlar bir kaplan yırtıcılığıyla piyasayı talan ederken bir takım gözü değil, beyni şaşı aydın takımı da bunlara “Anadolu kaplanı” dedi.

Böylece bugünlere geldik.

Artık günümüzde çoğu insan birilerinin ne denli vurgun düşkünü olduğunu, ortalığı nasıl talan ettiğini, akraba ve tâallukâtı nasıl kayırdığını gördüğü halde, bunu doğal karşılıyor ve olduğu gibi kabulleniyor. Daha doğrusu, bir süre için kabullendi bir kesim kabullenmeye devam ediyor da...

Nereye kadar? Her şey değişiyor. Görmediğimden bu yana bizim koyu AKP’li su tesisatçısı bile değişmiş. Her şey değişken olduğu için, her şeyin değişim sürecinde nicelikten niteliğe sıçradığı bir de sınır var. Dikkat: İşte şimdilerde bu sınıra yaklaşıyoruz!

İlgisi olanlara müjde, diğerlerine de ikaz olsun diye yazdım. Biline...